15 Kasım 2005 Salı

Mevlana'da Nefis Eğitimi

Doç. Dr. İbrahim EROĞLU


İnsanın yanlışa düşmemesi için, nefsini kötü niyet, garaz, ihtiraslar gibi kötü duygulardan arındırması gerekir. Mevlânâ’ya göre, insanın hata ve günahtan korunması için temyiz hassasını her türlü garazdan temizlemesi ve (bunu yapmaya çalışırken de) dinden yardım araması lâzımdır".1

Yanlışlara düşmemek için nefsi eğitmek gerektiği ortadadır; nefsi eğitmenin en önemli yolu da onunla mücadele etmektir. Bu hususta Mevlânâ, şu çağrıda bulunur:

Bir yürüyüş edelim de kırıp dökelim; Şu kara yüzlü, şu kötü huylu nefsi, yok edelim gitsin!.3

Fakat bu mücâdele kolay değildir. Zira "Put kırmak kolaydır, fakat nefsi (eğitmeyi) kolay görmek cahilliktir."4 Bunun için Mevlânâ, ileride geleceği gibi, sağlam bir irade öngörür. Nefsin hevâ ve heveslerini kır, onlardan vazgeç. Vazgeç ama önceden de kendinle bir şart koş da ahdinden dönmemeye uğraş, yoksa hastalık kalakalır sende; iyileşme imkânının da yok olur gider.5

"Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz... Temiz, pis, güzel, çirkin binlerce sıfat var"6 diyen Mevlânâ, insanda hangi huy galipse o huyun sûretine göre haşredileceğini belirtip, sözlerine devamla, insanın eğitilebilen bir varlık olduğunu şöyle dile getirmektedir.

İnsanda bir an olur kurtluk zuhur eder, bir an olur ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel hâline gelir.

İyiliklerle kinlerle gizli bir yolda gönüllerden gönüllere gidip durmaktadır. Hatta insandan, öküz ve eşek bile bilgi sahibi olur, akıllanır, hüner elde eder.

Serkeş at, rahvan bir hâle gelir, alışır. Ayı oynar, keçi de selâm verir. Köpeğe insanın huyu geçer, nihayet çoban olur, av avlar yahut sürüyü korur. Ashab-ı Kehf’in köpeğine öyle bir huy sirayet etti ki sonunda Allah’ı aramaya koyuldu.8

Nefse uymanın tehlikelerinden ve mücadele ederek onu eğitmenin imkân ve gerekliliğini Mevlânâ’ya göre, kısaca belirttikten sonra şimdi de nefsi eğitmenin yollarına geçebiliriz:

1. Nefse Uymama
Nefsi eğitmek için onun arzu ve isteklerine uymamak gerekir. Bu, nefsi eğitmenin ve onun kötülüğünden korunmanın en kestirme yoludur. Nefsi, (insanı kötülüklere karşı ayartan ve teşvik eden) şeytana benzeten Mevlânâ, yanlış yapmamak, günaha girmemek için nefse uymama üzerinde önemle durur. Ona göre, nefse uymama, heveslerden vazgeçme, her zoru açar.9

Nefse uymama, şehvet ve lezzetlere karşı direnmeyi gerektirir. Mevlânâ, nefsi eğitmede sağlam bir yol olan bu konuda şu tavsiyelerde bulunur: Ey karnına haris olan, böylece yücel. Bunun yolu, ancak yiyeceğini değiştirmendir.

Ey kalp hastası, ilâca sarıl. Bütün tedbir, mizacı değiştirmenden ibarettir.10 Nasihatımı dinle: Ten, kuvvetli bir bağdır. Yeni istiyorsan eskiden soyun! Dudağını yum, altın dolu avucunu aç. Ten nekesliğini bırak, cömertliği ele al.Cömertlik, şehvetleri, lezzetleri terk etmedir. Şehvet yüzünden düşen kalmamıştır.

Bu heva ve hevesi bırakma, sapasağlam bir iptir. Bu dal, canı göğe çeker...11 Hasetçi kişilerden çok çeken Mevlânâ, eserlerinde, nefsi eğitmede, iradeyi sağlamlaştırmada haset duygusunu yenmenin önemli rol oynadığını söyler.12 Yusuflar, kardeşlerinin hilesi yüzünden kuyuya düşmüşlerdir. Çünkü o kardeşler, hasetlerinden Yusuf’u kurtlara verip dururlar.

Hasetten Mısır Yusuf’unun başına neler geldi? Bu haset, pusuya yatmış büyük bir kurttur.

Hülâsa halim Yakup, Yusuf’a bir şey yapmasın diye bu kurttan daima korkar... 13

2. Çocukluktan Kurtulma
Bu tabirle Mevlânâ, bir oyun ve eğlence (laib ve lehv)14 den ibaret olan dünyadan kurtulmayı kasteder. O, nefsin yersiz isteklerine karşı mücadele vererek onun kötülüğünden korunmak için çocukluktan kurtulmayı önerir. Çocukluktan kurtulup baliğ olmak, aşırı istek ve arzulardan sıyrılıp Allah’a yönelmekle mümkündür. O, devamla şöyle der:

Allah, "Dünya kuru bir istek, faydasız bir oyuncaktan ibarettir, siz de çocuklarsınız" dedi. Allah doğru buyurur. Oyuncağı terk etmedikçe çocuksun. Ruh arınmadıkça nasıl temiz olabilirsiniz?15

3. Zecrî Tedbirler Alma
Nefsi eğitmede zecrî (sert, zorlayıcı) tedbirler almak ve ona her istediğini yaptırmamak önemli bir yoldur. Bu konuda Mevlânâ şöyle demektedir: Nefis, tıpkı sofistaiyye gibi kararsızdır, şüphecidir, hile ve aldatmadan yanadır.

Bunun için de o, hakîkati iknâ yoluyla değil de şiddet yoluyla (kötekle) anlar.16

4. Nefsi Öldürme
Nefsi eğitmenin önemli bir yolu, onun arzu ve isteklerini dizginlemek veya kontrol altında tutmak, tasavvuftaki deyimiyle, bu arzu ve istekleri öldürmektedir. Bu, nefsi eğitmede en kökten tedbir olarak görülmektedir. Buradaki öldürmeyi, geniş anlamıyla, "eğitme" olarak da alabiliriz. Mevlânâ, konuyla ilgili olarak şu örneği vermektedir.

Birisi, kızgınlıkla anasını hançerleyerek, döverek öldürdü. Biri, ona "Huyunun kötülüğü yüzünden ana hakkını gözetmedin. Çirkin herif, ananı neden öldürdün! Niye söylemiyorsun, o sana ne yaptı ki?" dedi. Adam, "Çok ayıp bir iş işledi, ben de onu öldürdüm. Ayıbını toprak örtsün" diye cevap verdi. Kınayan "Be adam, ananı öldüreceğine o kişiyi öldürseydin" deyince dedi ki: "Her gün başka birisini mi öldüreyim?

Onu öldürdüm, halkın kanına girmekten kurtuldum; halkın boğazını keseceğime onu boğazladım, bu daha iyi!"O kötü huylu ana, fesadı her tarafa zâhir olan nefsindir. Her an onun için bir azize kastedip duruyorsun; kendine gel, onu öldür!.17 Bu arada akla şu soru gelmektedir. Nefis neden öldürülmelidir? Bunun cevabını şu beyitlerde görmekteyiz:Onun yüzünden bu güzel dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Allah ile de savaşıyorsun, halkla da. Nefsini öldürürsen özür serdetmeden kurtulursun, ülkede hiçbir düşmanın olmaz.18

5. İradeyi Sağlamlaştırma
İnsanın, yanlışlara karşı koymasında, nefsin kötü arzularını frenlemesinde sağlam iradeye sahip olup, onu doğrudan/iyiden yana kullanması ve bu noktada kararlılık göstermesi oldukça önemlidir. Mevlânâ, insanın uyanık gönlünü bir muma benzetir ve binlerce âfeti taşıyan havaya (şiddetli rüzgâr ve tehlikelere) karşı onu eteğinin altında (sağlam bir irade ile) iyi korumasını ister.19

Nefsi, kişiyi yanlışlara çeker ve bazen o, doğru ile yanlış arasında kararsız da kalabilir. Bu gibi durumlarda insanın, kendisini yoldan çıkaran tabiatını dinlemeyip20 iyiden, doğrudan, haktan yana tercihlerde bulunması gerekir.

Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma, güneşler var.

Gönül seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.21

Kişinin, doğru olanı kabul etmeye, iyiyi almaya kendisini zorlaması, yanlışlara karşı onu büyük ölçüde koruyacaktır. Kendisini bu şekilde yönlendirmeyen, iradesini bu şekilde kullanmayan ise, şu örnekte görüldüğü gibi, yanlışlar içerisinde kalmaya mahkum olacaktır. "... İçerden bir kabul ve tasdik eden olmadıkça, bin söz söylesen de faydası olmaz. Meselâ bir ağacın kökünden içten gelme bir nemlilik, canlılık olmasa, sen ona bin selin suyunu döksen, yine faydasızdır... Bütün âlemi nur kaplamış olsa, gözde bir nur olmadıkça, hiçbir zaman o nuru göremez..."22

6. Sabırlı Olma
Nefsin ayartıcılığına kanmamak için onu eğitirken sabırlı olma oldukça önemlidir. Mevlânâ, "...Bu yolda sabır lâzım, çekilecek mihnetlere tahammül gerek"23 demektedir. Zira sabır devâdır, genişliğin anahtarıdır ve kişiyi maksadına çabuk ulaştıran bir erdemdir.24

"Her zahmette, her meşakkatte kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?"25 beytiyle Mevlânâ, doğruya, iyiye ve güzele yönelip onda karar kılmak ve olgunlaşmak için sabır göstermek gerektiğini vurgulamaktadır.

"Feraset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler"26 sözüyle Mevlânâ, nefsin aceleci ve geçici taleplerine aldırmadan, ileriyi görmeye çalışanların sabırlı olduklarını ve kısa vadeli olmasa bile uzun vadede onların kazançlı çıkacaklarını belirtmektedir.

Nefsin isteklerine uymayarak anlayışlı, hoşgörülü ve yumuşak başlı olmak (ki bunların temelinde sabır yatmaktadır), insanı anlayışsız, katı ve dik başlı olmaktan daha çok başarıya ulaştırır.

İlim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hatta yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür.27

Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil. Sabret, doğrusunu Allah daha iyi bilir.28

Nefsin baskısından kurtularak "Sabreden göklerin üstüne yükselir"29 sözüyle Mevlânâ, sabredenin kazançlı çıkacağını ve yüceliklere ulaşacağını, bunun aksine, nefsine uyanın ise aşağıların aşağısına düşeceğini anlatmak ister.

7. Benlikten Kurtulma
Nefsi eğitmede bir önemli tedbir de kişinin hep kendisini ön plânda tutma sevdasından, gururunu öne çıkarma gayretinden uzak durmasıdır. Mevlânâ, insanın kendisine olduğundan fazla güvenerek Allah’ı devre dışı tutmasını;30 bilginlerin, kendilerini göstermek gâyesiyle, gereksiz ayrıntılara dalmalarını, kendilerini tanıma hususunda gayret göstermemelerini ve benlik sevdasına kapılmalarını31 yanlış görür. O, insanların kendi parmaklarını yalamalarını, çıbanlarını, kellerini yani yanlışlarını ve ayıplarını normal görüp başkalarınkini ise oldukça anormal görmelerini32 hiç hoş karşılamaz.

Mevlânâ, bir rubâisinde, benlikten kurtulmayı ve uygun olanı yapmayı tavsiye etmektedir. "Benlikten geçersen yüzlerce rahmet görürsün, kendine gelince de binlerce zahmet çekersin. Hep Firavun gibi sakalını tarayıp durma. Bir şey taramak istiyorsan bıyığına yaraşacak bir tarak bulmaya bak."33

"Kendini hiçe saymazsan hiçlikten kurtulamazsın"34 diyen Mevlânâ, kişinin nefsine uyarak benlik sevdasına kapılmamasının önemini ve bunun getireceği faydaları şöyle dile getirir:Kim benliğinden kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır. Çünkü bütün nakışları aksettirir.35

8. Öz Eleştiride Bulunma
Nefsi eğiterek yanlışlara karşı korunmada belki de en önemli husus, kişinin kendisine eğilmesi, eksiklerini görmeye çalışması; aşırılığa, haksızlığa düşüp düşmediği konusunda nefsini sorgulamasıdır. Böyle davranmak yanlış şeyleri terk edip doğru, iyi ve güzel şeyleri edinmede kişiyi kazançlı çıkaracaktır. İnsanın önce kendini kendisine açması ve kendisini dinlemesi gerekmektedir.

Sırrını kötülerden gizlemen şaşılacak bir şey değil; şaşılacak şey kendinden de saklaman, kendinden de gizlemendir.36

İnsanın, başkalarının yanlışına–günahına bakıp üzülmeden önce kendi haline bakıp üzülmesi gerekmektedir.

Ey başkalarına ağlayan göz, gel, bir müddetçik otur da kendine ağla.37

Afsunlarla gönüller alalım deriz ama çukura düştüğümüzü görmeyiz.Be hey kaltaban, çukura düşmüşsün, kuyudasın sen. Başkalarını bırak, kendine bak!.38

Kişinin, önce kendi ayıbını veya kusurunu görerek nefsini terbiye etmesi gerekmektedir:

- Arkadaşın, senin hakkında, "hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlâksızdır, lânettir, şöyledir, böyledir demektedir. - O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim. Doğru söyleme, yaratılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem; kusuru üstüme alırım doğrusu. Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de, ben onları kendimde görememişimdir. Herkes, önce kendi kusurunu görseydi, hâlini ıslah etmekten gaflet eder miydi? Halk kendisinden gafildir babam, gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler. Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün.Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır. O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Allah görüşüdür.39 Bu beyitlerde de görüldüğü gibi Mevlânâ, halkın ayıbını inceden inceye görüp, bir bir eleştirip de kendi ayıbını zerre kadar görmeyeni ve kendisini eleştirmeyeni şiddetle kınar.40 Nefsi, ten evinde nazlı nazlı beslenmede; kendi başkalarına kin güdüp elini ısırmakta!41 A hayrı, şerri bilmeyen, sen kendini sına, başkasını değil!Kendini sınadın mı, başkalarını sınamadan vazgeçersin.42 A gönül, aynada kendini eğri-büğrü gördün mü, mutlaka bu eğrilik sendedir, aynada değil; önce kendini doğrult.43 Yukarıda da değinildiği gibi, önce kişinin kendisine eğilmesi, kendi nefsini eleştirip, hata ve kusurlarından ayıklanması gerekir. Kişi kendisini doğrultunca bir çok şeyler düzelecektir. Hükümdar, başındaki tacı eliyle düzelttikçe taç eğrilmekteydi yiğidim! Tam sekiz kere doğrulttu, sekiz kere eğrildi... Dedi ki: Ey taç, bu ne bu? Eğrilme artık! Taç dedi ki: Beni yüz kere doğrultsan, yine eğrilirim. Çünkü inanılır kişi, sen eğrilmedesin!.44

9. Manevî Güç Kazanma
Nefsi eğitmek, onun şerrinden emin olmak, gerçekleri görmek ve Allah sırlarına ermek için Mevlânâ’nın felsefesine göre, mânâ kapısına da başvurmak gerekmektedir:

Allah ve Hak erlerinin inâyetleri olmazsa... Melek bile olsa defteri kapkaradır.45

Mevlânâ, manevî gücün ve İlâhî inâyetin bu konuda oynadığı rolü şöyle açıklar:Firavun’un aklı, padişahların aklından üstündü ama, Allah hükmü onu akılsız ve kör etmişti!

Bir adamın can gözünü, can kulağını Allah kapattı mı o adam Eflâtun olsa hayvanlaşır!.46

Kim Allah’dan tevfika mazhar olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.47

Sen istersen onu gönül vahyi farzet; gönül zaten onun nazargâhıdır. Gönül ona agâh olunca nasıl hata eder?

Ey mü’min, sen, Allah nuru ile bakar, görürsün; hatadan, yanılmadan eminsin.48

Nefse hakim olma konusunda manevî güç kazanmak için Allah’a yönelme ve O’ndan yardım dilemek gerekmektedir. Allah’a yönelen kişi, O’nun koruması altına girer, kuvvet bulur, emniyette kalır; ona güç şeyler kolay gelir. Mevlânâ, şu mektup ifadesinde gördüğümüz gibi, işin sonunda Allah’a yönelmeyi, O’na güvenmeyi ve O’ndan yardım dilemeyi talep eder. "Allah, ona da, bize de, isteklerimiz neyle gerçekleşecekse, işlerimiz neyle düzene girecekse, onu ilham etsin!"49

Kim Allah’tan tevfike mazhar olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.50

Manevî gücü elde etmek için mânâ kapısını dövmenin gerektiğini51 belirten Mevlânâ, nefsin aldatıcılığından kurtulmak için, Allah’a şu yalvarışta bulunur:

Ey bize güç şeyleri kolaylaştıran Allah! Bizi abes ve boş şeylerden kurtar. Biz rızık diye gördük, halbuki imtihanmış. Bize her şeyi, olduğu gibi göster.52

Sonuç
Mevlânâ’nın, nefsi eğitme üzerinde önemle durması, ağırlıkla, onun sûfî karakterli bir düşünür oluşuna bağlanabilir.

İnsan bir çok yanlışlıklarla yüz yüzedir. Genelde o, nerelerde ve neden dolayı ve ne tip yanlışlar yaptığını kaba taslak kestirir. Fakat asıl önemli olan, bu yanlışlarını terk etmesidir. Bunları terk etmede nefse hakim olmak oldukça önemlidir. Bunu başarmak için de yapılacak ilk iş, nefsi tanımaya çalışarak, onu eğitmektir. Nefsi eğitmenin en kestirme yolu, şehvet ve lezzetlere karşı direnerek nefsin zebunu olmamadır. Onu eğitmek için, çok sevdiği oyun ve eğlence (dünya) ye de fazla dalmamak gerekmektedir. Nefsin şerri karşısında alınacak olan en köklü tedbir, onu ‘öldürmek’ olacaktır.

Nefsi eğitmede başarılı olmak için iradeyi sağlamlaştırma en etkili ve kapsamlı bir iştir. Hatta sabırlı olma, nefsi öldürmede, çocukluktan kurtulma, özeleştiride bulunma, benlikten sıyrılma, temelde, iradeyi sağlamlaştırmanın tabiî sonuçları olarak görülebilir.

Dipnotlar
1 Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, (Çeviren: Meliha Ülker Anbarcıoğlu), M.E.B. Yay., İstanbul, 1990, s.14. • 2 Mevlânâ, a.g.e. s. 231. • 3 Mevlânâ, Macâlis-i Seb’a (Yedi Meclis), (Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı), Konya, 1965, s. 54. o4 Mevlânâ, Mesnevî, (Çeviren: Veled İzbudak), M.E.B. Yay., İstanbul, 1991, C. i, s.62, B.778. • 5 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, (Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâkî Gölpınarlı), Kültür Bakanlığı Yay, Ankara. 1992, C.VII. s. 626, B. 8338. • 6 Mevnevî. C. II. s. 108. B. 1417. • 7 Mevlânâ, a.g.e. C. II. s. 108, B. 1417. • 8 Mevlânâ, a.g.e. C. II. s. 108-109. B. 1420-1425. • 9 Mevlânâ, Dîvân, C. VII, s. 626, B. 8336 • 10 Mevlânâ, Mesnevî, C. II, s. 27, B. 293-294. • 11 Mevlânâ, a.g.e. C. II, s.27, B.1270-1278. • 12 Haset konusunda bkz., Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 34-35, B. 429-439; s. 98, B. 1221; C. II, s.86; B.1126-1130; C. IV, s. 216, B. 2676-2682; C. V. S. 99-101, B. 1200-1219; Mevlânâ, Mektuplar, s. 200, Mektup: CXXXIII; Mevlânâ, Dîvân, C. I, s. 272-273, B. 2550-2555; C. II. s. 309, B. 2539-2542; C. VI, s. 305, B. 3106-3114: CVII, s. 16, B. 205-206. • 13 Mevlânâ, Mesnevî, C. II, s. 107-108, B. 1406-1410. o 14 Bu tabirler Kur’ân-ı Kerim’den alınmadır. Bkz. Hadid, 57/20; Muhammed, 47/36; Ankebût, 29/64. o 15 Mevlânâ, Mesnevî, C. I, s. 274, B. 3430-3431. • 16 Mevlânâ, a.g.e. C. II, s. 268, B. 3499-3500. • 17 Mevlânâ, a.g.e. C. II, s. 59-60, B. 776-783. • 18 Mevlânâi a.g.e. C. II, s. 60, B. 784-785. • 19 Mevlânâ, Dîvân, C. V, s. 408, B. 5425. • 20 Mevlânâ, Mesnevî, C. IV, s. 113, B. 1402. • 21 Mevlânâ, a.g.e. Mesnevî, C. I, s. 57, B. 724-725. • 22 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 88-89. • 23 Mevlânâ, Mesnevî, C. IV, s. 38, B. 466. • 24 Bkz. Mevlânâ, a.g.e. , C. II, s. 391, B. 4913; C. I, s. 150-151, B. 1841. 1846, 1854. • 25 Mevlânâ, a.g.e. C. I, s. 290, B. 2980. • 26 Mevlânâ, a.g.e. C. I, s. 128, B. 1601. • 27 Mevlânâ, a.g.e. C. I, s. 318, B. 3989. • 28 Mevlânâ, a.g.e. C. I, s. 319, B. 4003. • 29 Mevlânâ, a.g.e. C. I, s. 128, B. 1602; C. VI, s. 391, B. 4913. • 30 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 9. • 31 Fîhi Mâ Fîh, s. 28-29. • 32 Fîhi Mâ Fîh, s. 37. • 33 Mevlânâ, Rubâiler, (Cev.: Nuri Genç Osman), M. E. B. Yay., İstanbul, 1974, C. II, s. 306. R. 1477. • 34 Mevlânâ, Dîvân, C. V. s. 98. B. 1118. • 35 Mevlânâ, Mesnevî, C. V, s. 218, B. 2665-2666. • 36 Mevlânâ, a.g.e. C. II, s. 114, B. 1500. • 37 Mevlânâ, a.g.e. C. II, s. 37, B. 479. • 38 Mevlânâ, a.g.e. C. III, s. 181, B. 2234-2235. • 39 Mevlânâ, a.g.e. C. II, s. 67, B. 876-885. • 40 Mesnevî, C. III, s. 213, B. 2629-2630; C. IV, s. 156, B. 1918-1921. • 41 Mevlânâ, a.g.e. C. II, s. 59, B. 775. • 42 Mevlânâ, a.g.e. C. IV, s. 30, B. 367-368. • 43 Mevlânâ, Dîvân, C. V, s. 429, B. 5822. • 44 Mevlânâ, Mesnevî, C. IV, s. 155, B. 1903-1905. • 45 Mevlânâ, a.g.e. C. I, s. 150, B. 1878-1879; s. 170, B. 2122; C. IV, s. 156, B. 1922-1923. Mesnevî, C. I, s. 170, B. 2121. • 46 Mevlânâ, Mesnevî, C. IV, s. 151, B. 1854-1855. • 47 Mevlânâ, Mektuplar, (Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı), İstanbul, 1963, s. 10 (Mektup III). • 48 Mevlânâ, Mesnevî, C. I, s. 170, B. 2121. • 49 Mevlânâ, Mesnevî, C. I, s. 230, B. 2870. • 50 Mevlânâ, a.g.e. C. II, s. 36, B. 466-467.

9 Kasım 2005 Çarşamba

Hikmete Yolculuk

A.Yusuf Alan


Hikmetin bulunmadığı bir hayat, hayrın ve bereketin bulunmadığı banal bir hayattır. Hangimiz hikmetle donanmak, hakikatları duru bir şekilde müşahede etmek, düşünce ve aksiyonlarımızdaki eksiklik ve hataları minumuma düşürmek istemeyiz ki? Peki bu nasıl gerçekleşebilir? Hikmete nasıl ulaşılabilir? Hikmet nedir?


Hikmet, eşya ve hadiseleri net görebilmek, onları olduğu gibi görebilmektir.


İnsan, hayat ve kainat ilişkisine vakıf olmaktır.


Bildiklerimizi nasıl kullanabileceğimizi bilmektir.


Külli bir bakış açısıyla tesirli aksiyonda bulunmaktır.


İhtiyatlı hareket etmek, muhtemel problemleri farkedip bunları önleyebilmektir.


Ne zaman aksiyonda bulunup ne zaman bulunulmayacağını bilmektir.


Zuhur eden her şeyi soğukkanlılıkla, tesirli ve hassas bir şekilde, holistik bir biçimde ele alabilmektir.


Hikmet, sağlıklı kararlar alma kabiliyetidir. En iyi kararı alma yeteneğidir. Zekanın, basiretin ve sağduyunun tecrübeyle ve ilhamlarla şekillenmesidir.


Hakim (hikmet sahibi) insanlar, hep hakikat peşinde koşarlar. Reaksiyoner davranmazlar. Şuurlu ve şevkli bir şekilde, müsbet hareket ederek anı yaşarlar, anı değerlendirirler. Sağduyuları geliştiği için tercihleri isabetlidir. Seçmesini bilirler. Bakır düşünceleri, altın düşüncelerden ayırt edebilirler.


Çoğu insan, dikkat ve enerjisini, mevcut duruma, aktüel gelişmelere odaklar. Zaman, mekan ve ilişki açısından "uzaktaki" durumlar, insanlar ve hadiselerle olan alakaları zayıftır. Halbuki hikmet sahibi insanların alakası acil ve şahsi işlerin ötesine uzanır. Önemli ve kalıcı meseleleri ihmal etmezler. Herkesin farketmediğini farkederler.


...
Hikmetle tezahür eden sıfatlardan bir kısmı:
Azim
Inanc
Özveri
Centilmenlik
İstikrar
Sebat
Cesaret
İtimat
Sevgi
Cömertlik
İzzet
Şecaat
Dostluk
Merhamet
Şefkat
Dürüstlük
Mesuliyet
Şevk
Esneklik
Metanet
Tahkik
Fedakarlık
Mucitlik
Tefekkür
Hürmet
Mükemmellik
Temizlik
İffet
Nezaket
Tevazu
İltifat
Olgunluk
Vefa
...

Hikmet, insanın bilmediğini bilmesi, haddini bilmesidir ve bu "ilim haddini", iradesini kullanarak genişletebileceğini farketmesidir.
...

Hikmet sahibi insanlar bilgelikle şekillenen bakış açıları ve değerler ışığında yaşarlar. Dolayısıyla filleri çevrelerini mamur eder. Başkalarının kemale ermeleri için yardımcı olurlar. Şefkatle doludurlar. İhtilafları çözer, ahengi ve huzuru yaygınlaştırırlar. Zaman ve enerjilerini faydasız şeylere sarfetmezler.

5 Kasım 2005 Cumartesi

Hikmet Nedir?


"Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiş demektir." (Kuran 2/269)

Elmalili Tefsirinde Hikmet...

Allah vâsî olduğu içindir ki, kime dilerse ona hikmet verir, vermek için hiçbir şarta ve kayda bağlı değildir. Kötülükleri engelleyecek ve önleyecek, faydaları sağlayacak sebepleri ve hikmetleri, hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini, iradeye bağlı olan sevap kazandıracak işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler yapmayı yalnızca kendine ait kılmakla yetinmez de akıl sahiplerinden dilediğine dahi verir. Ve her kime hikmet verilirse, yahut Yakub kırâeti üzere "tâ"nın kesriyle, Allah kime hikmet verirse o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur. Çünkü hikmetsiz binde bir hayra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayra erilir. Hikmet dünya ve ahiretin hayrını içine alır. Hikmetsiz hayır ise bir vardır, bir yoktur. Ve fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu düşünemez. Hak ile doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp hatırlar, ne de uyarı kabul eder. Bizzat Allah Teâlâ âyetiyle ihtar edip uyarır da o yine aklını başına almaz, aklını yormayınca da ilâhî hikmetten faydalanamaz. Demek ki hikmete ermek için vermek yetmez, almak da gereklidir. Veren Allah keremi geniş olduğundan, herhangi bir şarta da bağlı ve muhtaç değildir, ama alacak olan kul şarta bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı düşünmedir. Bu da temiz akıl ve temiz kalb ile olur. Allah'ın verdiği aklı şehvetlere ve şeytanın vesveselerine kaptıranlar ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları, ne de dış dünyada olup biten ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar. Zihinlerinde güç bulamazlar. Ya hiç düşünmezler veya düşünseler bile hatıralarına dönüp göz atarken, neyin gerçek, neyin hayır olduğunu kestiremezler; çünkü hakkın ve hayrın alâmetlerini bilemezler, onu seçip belirleyemezler. Bunu yapamayınca da hikmet yolunda ilerleyemezler. Bu suretle büyük bir ilâhî lütuf olan hikmet, ancak temiz yürekli, temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine nasip olabilir. Bundan dolayı akıl ve iyi seçim hikmetin şartı, düşünce de başlangıcıdır. Bunlar hep Allah vergisi ve ilâhî iradenin eseri olan kabiliyetlerdir. Ancak şu kadar var ki, ilk şartlar ve ilk sebepler, kayıtsız şartsız bir ön iradenin bağış eseri iken; hikmet düzeninde olayların cereyan şekli, kulun istek ve iradesi yanında ilâhî iradenin de o yönde tecellî etmesiyle meydana gelir. Bir bakımdan vehbî, (Allah vergisi) bir bakımdan kesbî (kazanmakla ilgili) sayılır. Kulun iradesi adî sebep, ilâhî irade gerçek ve geçerli sebeptir. Önünde ve sonunda ilâhî irade bulunmadan hiçbir şey meydana gelmez. Kulun iradesi bağlantı kurmaya yarayan bir küçük yoldur. İlahî iradenin çok değişik şekillerde tecellî etmesi, işte Allah'ın vâsi' (geniş) adıyla anılmasının bir sonucudur. Bundan dolayı hikmetin aslı ihsandır, hikmet eseri olan şeyler hem ihsandır, hem de kesbdir.

Hikmet ne demektir? Bu kelime hüküm, hükûmet ve sağlamlaştırmak demek olan ihkâm mânâlarıyla ilişkili olarak mastar ve isim olur. Bundan dolayı manevî ya da lafzî alanda anlam ilişkileriyle birçok mânâlarda kullanıldığından yerine göre tefsir edilmesi gerekir. Mastar olması bakımından, aslında kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek mânâsı vardır ki; hüküm ve hükûmet, sağlamlık ve muhkemlik hep bu kökten alınmıştır. Her nerde kötülüğü gidermek ve iyiliği elde etmek varsa, işte orada hikmet mânâsı vardır. Bundan dolayı bir şeyin içinde gizlenen ve sonuç bakımından ortaya çıkacak olan fayda ve iyiliğe o şeyin hükmü ve hikmeti denilir ki, hikmetin birçok anlamından biri de budur. Bunda bütünüyle nihâî (son) hedef mânâsı olmasa bile, bunun az çok bulunması gerektiği söylenebilir. Buna göre, anlam bakımından hikmet sözü, fayda sözünden daha özel bir anlam ifade eder. Sebep kelimesinden daha geniş anlamlıdır. Zira hikmet, sebepten önce olabildiği gibi, nihâî hedeften sonra da olabilir. Yani sebebin sebebi, amacın sonucu şeklinde ortaya çıkabilir. Bundan dolayı hikmet denildiği zaman, mutlaka ya bir sebep sonuç ilişkisi veya daha genel olarak bir sebebin nedeni ve buna benzer gerekçeli bir mânâ söz konusudur. Yani hikmet, kesinlikle sonucun sebebe irca edilmesi, tutarlı ve sağlam bir ilişki anlamı ifade eder. Nitekim bir işi, bir başka işe isnad etmeye hüküm denildiği gibi, bilimsel veya amelî herhangi bir doğru karara da hikmet denilir. Hasılı böyle içerikli veya gerektirici çeşitli anlamlardan her biri dolayısıyla hikmet, çok yönlü mânâlar için çok anlamlı bir isim olmuştur. En genel anlamda hikmet, fayda, yarar ve ihkâm anlamlarından dolayı her güzel bilginin ve her faydalı işin ismi olmuştur. Bununla beraber pratik ilimlerle ilişkisi, teorik ilimlerden daha fazla olduğu gibi, doğrudan doğruya amele tahsisi de ilimden daha fazladır. Güzel ameller içindeki yeri de ilme yöneliktir. Yani bir işi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün tehlikeleri bertaraf etmeyi gözeterek yapmak demektir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; hem ilim, hem iş yapma hikmetin en esaslı mânâsını teşkil eder. Bütün bunlardan dolayı hikmet kelimesi, aşağıda görüldüğü çeşitli anlamlarla tefsir edilmiştir:

1- Sözde ve fiilde doğruyu tutturma (Mücahid'den İbnü Nüceyh). Söz, fikir ve lafızdan daha geniş anlamlıdır. Fiil de, bu kalbin fiili, dilin fiili gibi diğer amellerden daha geniş anlamlıdır. Herhangi bir hususta kalbinden geçirerek ve dil ile söyleyerek, şu şöyledir demeli ve öyle yapmalı ve yaptığı işte isabet de etmeli; işte bu bir hikmet olur. Şu halde yalnızca sözde doğru söylemek tek başına hikmet olmadığı gibi, yalnızca işi doğru yapmak da hikmet değildir. Sözde isabet etmek, o konu hakkında gerçek ve doğru olan hükmü vermek demektir; o hükmün gerçekten o olayın hakikatına uygun düşmesi, yani gerçek bilgiye dayanması, içinde bilgisizlik, hata ve yalan olmamasıdır. Harekette isabet de, o işin hem özüne uygun olması, hem de gerçekte kendisinden beklenen sonucun gereği gibi ortaya çıkması; yani kötülüğü gidermek, iyiliği elde edebilmek şeklinde sonuçlanmasıdır ki, bunlara o işin hükmü, hikmeti, gayesi, garazı veya illet-i gâiyyesi denilir. Hasılı sözde isabet hakka, fiilde isabet hayra yöneliktir. Hikmetin hakikatı, başlangıcında ilmî anlamda, sonucunda ise amelî anlamda her iki yönünün birlikte bulunması demektir. Bu mânâ daha başka şekillerle de ifade edilmiştir. Şöyle ki:

2- Hikmet hem bilgi, hem de iştir: Bilmek ve bildiğiyle amel etmektir. Bu ikisini birlikte yürütemeyene hakîm denilmez. Mukâtil ile İbnü Kuteybe hikmeti böyle anlamışlardır. Burada ilim, gerçek mânâsıyla ilm-i yakîn (kesin bilgi) demektir. Yani bir şeyin özünü kavramış olmak demektir. Buna açıklık kazandırmak için genel olarak "ilimde ve amelde ihkâm ve itkan" veya "tahkîk-i ilim ve ihkâm-ı amel" tabirini kullanmışlardır. Zira ilmin muhkemliği yakîniyet derecesiyle, amelin muhkemliği kendisinden bekleneni sağlamasıyla ilgilidir. Bu önceki tarif bize gösteriyor ki hikmetli bilgi, tecrübe ile desteklenmiş ve uygulanabilir özellikler taşıyan ilimdir. Hikmetli hareket de bilimsel temellere dayalı olan ve bir ilmin ölçüsüne vurulduğu zaman doğru olduğu kesinleşen ameldir. Hasılı hikmet, ilim ile iradenin karşılıklı işbirliği sonucu fiil sahasına çıkması ve o fiilin de kendisinden bekleneni sağlamasıdır. Bir başka deyişle hikmet, ilim ile sanatın birleşmesidir.

3- Hikmet; ilim ve fıkıh demektir (Mücahid). Bu tarif öncekilerden başka bir şeymiş gibi kabul edilebilirse de öyle değildir. Fıkıh kelimesi esas itibariyle hikmet kelimesinden çok farklı bir anlam taşımaz, aslında bu ikisi birbirinin benzeri gibidir. Mesela: "şunun hikmeti veya sırrı veya ruhu veya hakikatı şudur" demek yerine, "fıkhı şudur" denilir. Hikmet gibi fıkıh da birçok yönden ve ayrıntılı sebepler bakımından derin bilgi ve faydalı iş anlamına gelir. Lügat anlamıyla fıkıh, amaç ve maksadı kavramak demektir. O halde ilim katıksız bilgiyi, fıkıh o bilginin amacını anlamaktır ki, bu anlam, işi de içine alır. "Allah kime hayır murad ederse onu dinde fakih kılar." hadisi şerifi dahi, bu âyetteki hikmetten maksadın fıkıh olduğunu ortaya koyacak bir delil olarak gösterilebilir. Dinde fıkıh ise, dinin amaçlarını kavramak demek olur ki, bunun hakikatı da insanoğlunun kendi yararına veya zararına olan hükümleri, haklarını ve görevlerini bilme melekesidir. Bu da kendi kendini ve Allah katında kendisiyle ilgili olan hüküm ve kuralları tanıması ve ona göre görev bilerek yapması ve bu gücü kendinde bulmasıdır. Şu halde fıkhı olmayan ne kadar bilgili olursa olsun hakîm olamaz. Bu tarife göre, şu da muhakkaktır ki, fıkıhtan başka ilmi olmayanlara da hakîm denilemiyecektir. Gerçekten de fakih olabilmek için fıkhın dayandığı temellerin neler olduğunu da bilmek şarttır. Bu da bütün ilim dallarıyla ilişkilidir. Fıkıh hem nazarî (teorik), hem amelî (pratik) yanları olan bir ilim olduğu gibi, bir bakıma bildiğini yaşama işiyle de yakından ilgili bir ilimdir. Yani ilmi ile amel etmeyene gerçek anlamda fakih adı verilemez. Bundan dolayı ilim, tevhid ilmi ve akaid gibi usûle ait, fıkıh da fürû' ve amele ait kabul edilince bu tarif, hikmet-i nazariye (nazarî hikmet) ve hikmet-i ameliyenin (amelî hikmet) tamamına uygun düşmüş olur ki; hasılı hikmet usûl ve fürû'u, ilkeleri ve amaçları, özündeki bütün incelikleriyle bilip ne yapacağını tayin etmek ve bu bilgilerin gereğiyle amel etmek anlamına gelir. Ancak fıkıhta, yalnızca bilgi söz konusu edilirse o zaman bu tarif, hemen aşağıda gelecek olan dördüncü tarif gibi olur.

4- Hikmet varlıkların özündeki mânâları anlamaktır (İbrahim Neha'î). Mânâlar, âyân (cevher) karşılığı olduktan başka, erken devirlerdeki İslâm âlimlerinin dilinde "sebep ve illet" kelimesi yerine kullanılmakla etkili özellikler, sebepler ve sonuçlar, daha doğrusu sebepler ve amaçlar demek olacağından bunun özeti, varlıkların içyüzündeki gerçeği ve o gerçeğin gerektirdiği özellikleri tanımak ve en etkili özelliği tanımak, o özelliğin değişik amaçlara nasıl yönlendirdiğini anlamaktır. Yani varlıklar arasındaki sebep sonuç ilişkilerini ve etkileşim düzenini izleyip, varlıkların özünü ve amaçlarını kavramak demek olur. Bu tarif, amel ve uygulamayı hesaba katmamış ve hikmeti yalnızca bilgi yönüyle ele almış olduğundan öncekilerden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü iş ve hareket alanına uygulandığı takdirde de doğruluğu ortaya çıkar. Fakat bilmeyi ve anlamayı, varlıkların taşıdığı mânâlar ile sınırlayıp kavram ve kapsamını genişlettiğinden dolayı bir bakıma özel anlamlıdır. Bilmek ve anlamak demek, mütkan ilim (kesin bilgi) anlamında olup tümevarım metodunu da dile getirmiş olur. Bununla beraber "vav" tertip anlamını gerektirmeyeceğinden, aksine bir anlama da ihtimali vardır. Buraya kadar verdiğimiz bilgilerin hiçbiri Allah'ın hikmet sahibi ve hakîm olmasıyla ilgili değildir. Zira Allah'ın ilmine ve hikmetine "fıkıh" denilemiyeceği gibi, "ma'rifet ve anlamak" da denilemez. Çünkü bu deyimler, öncesindeki bir bilgisizliği de îma ederler. Demek oluyor ki, her marifet hikmet olmaz, işin özünü kavramak da şarttır. Anlamak demek, bir şeyin akılla ilgili yanını kavramaktır. Eğer bu tarife amel şartı ilave edilmiş olsaydı, o zaman böyle bir hikmetin sahibinin, herşeyi yapabilmesi gerekirdi. O zaman da âyette geçen hikmet sözüne uygun düşmezdi. Marifet ve anlamanın eklenmesiyle hikmet, Allah'ın sıfatının tarifinde sakınca doğururdu. Bu tarif, bütün ilimlerin ve fenlerin bir temele irca edilmesiyle hepsini aynı düzeyde ifade eden ve ilâhî hikmetin bilgisi denilen yüce bilgiye uygun düşer. Meşhur olduğu üzere, hikmet bilgisinin "Varlıkların hakikatını tanımak" diye tarif edilmesi de buna benzemekle birlikte bundan daha dar anlamlıdır. Hakikatler, tabiatüstü olduğu gibi, amaçları da kapsamına almaz. Lâkin insanoğlunda böyle bir hikmet bilgisi mümkün müdür? Herşeyden önce marifet ve anlamak bilfiil değil de meleke ve kabiliyet olarak ele alınırsa belki bu tarif gerçeği ifadeye yarar. Ayrıca Allah dilerse mümkün olur. Bu anlamda bir hikmet bilgisi peygamberlerde ve büyük velîlerde bulunabilir. Gerçekten de Kur'ân'ın birçok yerinde "hikmet" peygamberlik kavramıyla birlikte bulunmaktadır ve çoğu zaman da onun yerine kullanılmaktadır. Nitekim tefsir âlimlerinden Süddî bu âyette de hikmeti böyle tefsir etmiştir. Zira peygamberlik hem ilmî, hem amelî yönden ilâhî ihsan eseri olan hikmetin en yüksek mertebesini ifade eder. Bunun içindir ki, İbnü Rüşd, "Tehâfüt" adlı eserinde, "Her peygamber hakîmdir, fakat her hakîm peygamber değildir." diyerek bu hikmeti tarif etmiştir.

5- Hikmet, Allah'ın emrini anlamaktır (Zeyd b. Eslem ve oğlu). Bu tarifte de anlamak için kullanılan akıl, aslında nazarî akıldan da, amelî akıldan da daha geniş bir anlam taşıyorsa da, insanın kendi işlerini kapsam dışı bırakmaktadır.

6- Hikmet, anlamak demektir (Şüreyk). Bu bir lafzî tarif olmakla beraber diğer tariflerin ortak yönünü almıştır. Demek ki, hikmetin en genel anlamı anlamaktır. Mutezile bunu anlama gücü ve yeteneği şeklinde kabul etmişse de doğrusu anlama yeteneği değil, anlamanın kendisidir. Aslında her ikisi de Allah'ın ihsanıdır. Anlaması olmayan hakîm olamaz. Bu üç tarif (Yani 4. 5. ve 6.) hikmeti yalnızca bilgi özelliğiyle ele almıştır. Bunlara karşılık, hikmeti yalnızca amelî değeri ile ele alanlar da vardır. Şöyle ki:

7- Hikmet, icad demektir (Ta'rifat-ı Seyyid'den). Hikmet sebep ve illetlere irca edilen ve onunla ilişkili olduğundan, illiyetin hakikatı da yaratmak ve icad etmek olduğundan, asıl hikmet icad demektir. Fakat bu tarif, her şeyden önce Allah'ın hikmetine uygun düşmektedir. Bir de mutlak anlamda yaratmak yalnızca Allah'ın işi olduğundan, hikmet yalnızca eserleri, sebep ve illetleri yaratmak değil, aynı zamanda o sebepleri birbirlerine karşı çok yönlü fayda ve maslahatları da gözeterek, bir uyum içinde ilişkilere yöneltmektir. Böylece birinci eser, ikinciye, ikincisi üçüncüye ve sonsuza kadar ilk sebep ve illetin etkisine doğru uzanan bir yol olur da eserlerin hepsi birbirlerine perçinlenmiş bir halde aralarında sarsılmaz bir düzen kurulmuş olur ve buna "sünnetullah" (Allah'ın sünneti) adı verilir. İşte hikmetin bütün sırrı bu kurulu düzenin içindedir. Bundan dolayı hikmetin çeşitli isimlerinden biri de "Sünnet-i muhkeme"dir. Hakk'ın nizamı, Hakk'ın şeriati, Hakk'ın dini ve bunlara uymak, uymakla birlikte hakikatın ortaya çıkmasına vesile olan her güzel haslet hep hikmettir. Ve yine bundan dolayı hikmetin bir mânâsı da sebeptir. İşte bu yüzdendir ki, insanlarda dahi basit bir özellik kazandıran sebep ve illetler bulunduğundan, bu hikmeti icad eden Cenab-ı Allah, dilediği insanlara da bundan bir hisse bahşetmiş, yine kendi hikmetinin icabı olarak, insanlara da dış görünüşte basit ve geçici bir düzen kurabilme gücü ve yeteneği ihsan eylemiştir. Bu demektir ki, insanoğlu ortaya koyduğu düzende gerçek yaratıcı değilse de ilâhî yaratışın ortaya çıkmasına bir araç olmak bakımından, aynı yolda O'nun bir vekili durumunda olduğundan yine bir değer ifade etmektedir.

Özetleyecek olursak, Fahruddin Razî'nin beyanına göre, bu mânâca Allah'ın hikmeti, her zaman her yerde, kulların yararına olacak şeyler yaratması demek olduğu gibi, kulların davranış ve eserlerinde de bu böyledir. İnsanların hikmeti de başka kulların yararına olacak şeyler yapmak ve ortaya koymak, sünnetullah denilen kâinat düzenini anlayıp ona göre keşif ve icadlarda bulunmak demektir. Yani sadece kendisine yarayacak birşey değil, başkalarına da yarayacak eserler ortaya koymasıdır. Ancak insanların haddi zatında yaratılmış ve birtakım sebeplere bağlı olarak ortaya çıkmış oldukları bilinip dururken, birtakım keşif ve icadlar ortaya koyan kimseler, kendilerini ilk sebep yerine koyup öyle sanırlarsa, ilim açısından sonuçtan sebebe yol bulup geçememiş ve bir yerde takılıp kalmış olacaklarından, dışa bağımlı olan zahiriyeden sayılırlar ve hikmet ehlinden olamazlar.

8- Hikmet, varlık düzeninde herşeyi yerli yerince koymak demektir ki, bu tarif de görünüşte bütün varlığı açıklamaya yönelik olduğundan, bir bakıma ilâhî hikmeti, ilâhî sıfatları topluca tarif sayılır. Ancak herhangi bir şeyi kendi yerine koymak denildiği zaman, cüz'î hikmete de uygun düşeceğinden, insanların hikmet özelliği için de geçerli olur. Ayrıca buradaki yerli yerine koymayı, yaratılış anındaki ilk yerleştirmek veya yaratılmış olan mevcut düzendeki yerinin ne olduğunu keşfedip kavramak şeklinde iki türlü anlamak da mümkündür. Bununla beraber bu tarif, hikmetin, varlık düzeni içinde çeşitli varlıkların yerini ve değerini anlamanın gerekli olduğunu dile getirmektedir. Bundan dolayı, hiçbir sıra ve düzen gözetmeden ortaya konan icad, hikmet kavramının dışına çıkmak olur. Bununla beraber bu tarif, yaratılmış varlık düzeni içinde kulların ne gibi düzenlemeler yapabileceği açısından daha ziyade adaletin tarifi olmak üzere meşhur olmuştur. Şu halde pratik açıdan hikmet adalet demektir. Amelî hikmet denilen ahlâk ilmi, ahlâkı, ifrat ile tefrit arasında adalet temeline dayandıran bu mânâyı almışdır.

9- Hikmet güzel ve doğru işlere yönelmektir. Bu tarifte hikmetin, güzelliği ve iyiliği hedef tuttuğu ve bu amacın sınırlı olmayıp sonsuza kadar durmadan ilerlemeyi gerektirdiği ifade ediliyor. Bundan dolayı hikmetin bir meleke ve bir huy olduğu kesin demektir. "Sonucu iyilik olan işi yapmaktır." şeklindeki tarifi de buna çok yakın bir tariftir.

10- Siyasette, insanın gücü yettiği kadarıyla yüce yaratıcıya benzemeye çalışmasıdır ki, bu da ilmini bilgisizlikten, icraatını zulüm ve haksızlıktan, ikram ve ihsanını cimrilikten, hoşgörüsünü bunaklıktan arındırmak ile mümkün olur. Fahruddin Razî'nin tefsirinden alınan bu tarife göre, siyaset deyimi bu tarife bir özellik kazandırıyor gibi görünüyorsa da, "Hepiniz çobansınız ve her çoban sürüsünden sorumludur." hadîsi şerifinin anlamı derinden derine düşünülürse, kapsamının genişliği iyice anlaşılır. Bununla beraber bu tarif, daha ziyade hikmetin hakimiyet mânâsıyla olan ilişkisini ön plana çıkarıyor.

11- Hikmet, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bu tarif de yine Fahruddin Razî'ye aittir. Nitekim bir hadîsi şerifte, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın." buyurulmuştur. Fâtiha Sûresinde ilâhî ahlâkın bir tecellisini görmüştük. Nûn Sûresinde Peygamber (s.a.v.) efendimiz hakkında, "Doğrusu sen büyük bir ahlâk üzere yaratıldın." (Kalem, 68/4) buyuruldu. Bu âyet de bunun canlı bir örneğini göstermektedir. İlahî ahlâk veya büyük ahlâk adı verilen şeyin Kur'ân ahlâkı olduğu da tefsirlerde açıklanmıştır. "Ben ahlâk yüceliklerini kemale erdirmek için gönderildim." hadîsi şerifi gereğince Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilişinin sırrı da bu noktada toplanmıştır. Şüphe yok ki akıl, anlayış, iman, marifet ve ilim böyle bir ahlâklanmanın öğelerinden değilse bile şartlarındandır. "Bunu ancak üstün akıllılar anlayabilir." meâlindeki âyeti de bu anlama açıklama getirmiştir. Hikmetin kâh ilim, kâh amel, bazen de her ikisi birden olmak üzere ele alınmış olması da bundan ileri gelmektedir. Bundan dolayı sebepler ile sonuçlar, ilkeler ile amaçlar arasındaki inceliklere ve ilişkilere dönük olan gerçekleri, hikmet ile uygulama arasındaki sebep sonuç düzeni içinde görmek ve göstermek bakımından, ilk tariflerde dile getirildiği üzere; hikmet, ilimde ve amelde sağlamlık, sözde ve işte isabet diye tarif olunduğu zaman, hemen hemen bütün tarifler gözetilmiş olur. Bunun gibi sebep durumunda olan birinci şıkkın varlıkta da önceliği olduğuna göre ilim ile; sonra bu ilişkiden maksadın sonuç ve amaç olması, varlıkta sonra gelen amacın bilgide önceliği bulunması bakımından "amel" ile tarif edilmiştir. Fakat şunu gözden uzak tutmamak gerekir ki, sebep sonuç ilişkisini ve bu ilişkide kötülükleri önlemek ve faydaları sağlamak kavramını daima gözetmek durumunda olan hikmet, sonuçta amele yönelmeyen ve pratiği gözetmeyen ilme, aynı şekilde ilimden etkilenmeyen amele ve her ikisinin birlikte iyiliği elde etmek değil de kötülüğü hedef tutan kısmına uygun düşmeyeceğinden, bu çeşit bilgiye hikmet denilmesi doğru olmaz. Bir bilgiye hikmet denebilmesi için üzerinde faydalı bir işin eserinin görülmesi gerekir. Herhangi bir faaliyete hikmet adı verilmesi de hem ilmî temellere dayanması ve ilmin gereklerine uygun olarak ortaya konması, hem de kötülüğü ve zararı amaçlamamış olması gerekir. Bundan dolayı, uygulama alanı olmayan herhangi bir nazarî bilgi bizzat bir hikmet olmadığı gibi, tesadüflere bağlı olarak meydana çıkmış olan herhangi bir iş de öyledir. Bunun için ilâhî hikmetin içinde ne kuru ve nazarî bilgi vardır, ne de tesadüfe dayanan bir hareket, bir oluş. Bundan dolayıdır ki, sebepler düzenine dayalı olarak kurulmuş olan bilginin hakikatı, tesadüf eder. Çünkü tesadüf, gerçeğe ve bilinene göre değil, sebebini bilmeyen bilgisizliğe göre tesadüftür. Tesadüf nazariyesi daima bilgisizlik nazariyesidir. Böyle olduğu içindir ki, varlığın başlangıcı konusunda tesadüfe dönüşmekten kurtulamıyan tabiat nazariyesi, tabiatın ilk başlangıç ve ilk sebep olduğunu savunan görüş, her yönüyle ilim dışıdır. Ve bütün ilimlerin ve fenlerin akışına ters düşen bir cehalet nazariyesidir. Gerçekten de bütün olayları ve oluşları ve bütün yücelikleri bir bakıma tesadüfe bağlayan bir fikrin, ne kendisinde, ne eserinde hikmet nasıl olur da söz konusu olabilir. Hikmet ve varlık düzenindeki sağlamlık kesinlikle ilme, ilim de "âlim-i kül" (herşeyi bilen) ve "hakîm-i mutlak" (mutlak hakîm) olan bir ilk sebebe dayanır. Ve âlemde görülen hikmet, mutlak hakîm olan Allah'ın gücüne ve hikmetine şahittir. Ve insandaki hikmetin temeli de işte O'na iman etmek, O'nu tanımaktır. İnsan hikmetinin amacı da O'nun kurduğu düzendeki incelikleri, o düzenin kanun ve kurallarını ve sebep sonuç açısından işleyiş şeklini anlamaya çalışmak, ona uygun davranmak, onun ahlâkıyla ahlâklanmak ve her işinde doğru ve faydalı olanı yapmaktır. Demek ki ilk sebep olan Allah Teâlâ ile yaratılmışlardan her birinin iki türlü ilişkisi vardır. Birisi O'na, doğrudan doğruya O'na bağlanan sebep ilişkisidir ki, her şeyin kendine mahsus olan özelliği buna bağlıdır. Eğer bu özel sebep ilişkisi ve bağı olmasaydı varlıkta hiçbir şey, diğerinden ayrıcalık kazanamaz, ferdî özelliği ve ferdî kişiliği olan varlıklar gerçekleşemezdi. Bu nokta, müminin Allah'a tevekkülünün, yüce gücüne ve mucizelere imanının temelidir. Burada akıl değil, yalnızca iman hakimdir.

Diğeri ise şimdiki zamandan ezele, ezelden ebede doğru zincirleme olarak akıp giden bir sebepler ve sonuçlar ilişkisidir ki, bunda bütün varlıklar birbirlerine tutunarak bir bütün hâlinde yaratılışın başlangıcı ve sonucu itibariyle Allah'a dayanır. Bu da ilâhî hikmet meselesidir ve akıl ile ilmin alanıdır. İnsanoğlunun hikmeti, genel ve özel karakterli bu iki türlü ilişki ve bağlantının gözetilmesine uygun düşecektir. Bu ikisi birlikte gözetildiği takdirde akıl ile kalb birleşecek ve o zaman insan, insan-ı kâmil olacaktır. Ve insan-ı kâmil olanlar ebediyete kadar varlıkta bir hakimiyet sırrına nail olurlar da hiçbir zaman bunu kendilerinden bilmezler ve kendilerine mal etmezler, kendilerinde meydana gelen o hâli, ilâhî hakimiyetin bir akışı olarak tanırlar. Nitekim Hz. İbrahim ölüyü diriltme sırrına erdiği halde, "Ben diriltiyorum, ben öldürüyorum." demedi de "Rabbim diriltiyor, Rabbim öldürüyor." (Bakara, 2/258) dedi. Halbuki Nemrud, bir mülke nail olmakla, "Ben diriltirim, ben öldürürüm." şeklinde iddiaya kalkıştı. "Üstün akıllılardan başkası düşünüp anlayamaz."

İnsanlarda hikmetin başı olan akıl, yalnızca ilâhî bir ihsan olduğu gibi, şeref ve güç kaynağı olan kalb de yine ilâhî bir ihsandır. Bunlar doğrudan doğruya Allah'a dayanırken, bunların eserleri olan fiil ve hareketler de kesb (kazanma, çalışma) sebeplerine bağlı olarak hem doğrudan doğruya, hem dolaylı olarak yine ilâhî ihsan eseridir. "O dilediğine hikmeti verir." ifadesi, kayıtsız şartsız her iki ilişkiyi birlikte ifadeye yöneliktir. âyeti de zekâ itibariyle vehbî olana, düşünme itibariyle kesbî olanla vehbî olana, her ikisine birlikte bir uyarıdır. Demek ki sırf kendi kerem ve fazlından Cenab-ı Allah, dilediğine hak ile batılı, şeytanî olanla rahmanî olanı anlayıp ayırd edebilecek ve ona göre doğru olanı yapacak, kötülüğü giderip iyiliği elde edecek bir hikmet ve hakimiyet bahşeder. Hikmet ise bir sonuca birçok sebebin etkili olabileceğini gerektirdiğinden "çok hayır" demek olur. Fakat bilgi ve anlayış, sağlam iş için bir sebep ve şart olmakla beraber, yine tam ve yeterli bir sebep değildir. Bundan dolayı akıl ve anlayış sahiplerinin, kendi kesb ve gayretleriyle düşüncelerini ve iradelerini kullanmaları da hikmet açısından, bu hakimiyete ve çok hayra erebilmek için şarttır. Bu şekilde her akıl sahibinin kendi akıl derecesine göre hikmetten bir hissesi vardır. Her zaman insanoğlu, şeytanî telkin ile rahmanî telkini anlayıp ayırd edebilmek için, işin başlangıcında aklını ve düşüncesini uyanık tutmak zorundadır. Daha sonra bu düşünce ve o hikmet ilâhî feyzin de yardımı ile insanda bir meleke oluşturur ve nihayet insan derecesine göre, ilâhî ahlâk ile ahlâklanır. Pratik aklı gelişir, kuvvetlenir; dolayısıyla bildiği ve yaptığı şeyler gerçekten ve doğruluktan şaşmaz olur. Şu halde düşünceyle pratik bilgiye sebep olması bakımından, hikmetin ön şartı sayılabilir. Bunun için nazarî ilim, hikmetin başlangıcı sayılarak "nazarî hikmet" adını almıştır. Lâkin yalnızca nazarî bilgiye saplanıp kalmak, yolunu şeytana kestirmek demektir; bu olsa olsa filozofluktur. Yani hikmetin kendisini değil, hikmetin lafını etmektir. Sırf felsefe ile uğraşmanın ayıp sayılması da bundandır. Bunların pek çoğunun sözü işine uymaz. O zaman sözü doğru ise, yaptığı yanlış; yaptığı doğru ise söylediği yanlış olacağından, bunların varlıkları bir çelişki ortaya koyar. Bu tutumları yalnızca kendilerini perişan etmekle kalmaz, başkalarını da yoldan çıkarır, bunlar şeytan ve şeytanlık kavramının kapsamı içine girerler. Bundan sakındırmak için, "Siz faydalı bilgiyi isteyiniz ve faydasız ilimden Allah'a sığınınız!" buyurulmuştur. İşte birçok âlimlerin, hikmeti tarif ederken amelde ısrar etmeleri, bilgiyi abesle iştiğalden ayırd etmek ve faydalı olanı elde etmek amacını gerçekleştirmek içindir. Zira ilim ve marifet pek yüksek bir şey olmakla beraber, lafta ve uygulama dışı kaldıkça ya da uygulamada onun tam zıddı ortaya kondukça, boşuna bir uğraştan başka birşey olmaz. Amel denilen şey olmasaydı, bilginin bilgi olduğu gerçekleşemezdi. Allah Teâlâ bile kâinatı bilip de yaratmasaydı hikmeti mevcut olmazdı. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak sözü de bu noktada çok önemlidir. Buna karşılık diğer bir kısım âlimlerin, tarifte ilmi ön plana almaları da ilimsiz amelin hikmet olamayacağını bilhassa vurgulamak içindir. Yoksa herhangi bir işi ve faaliyeti hedef tutmayan, varlıkta gerçekleşmesi hayır hedefine yönelik olmayan ilme de hikmet demek için değildir. Demek ki asıl hakikat ikisinin birleşmesindedir. O halde önceki tarifleri esas olarak almak, sonrakileri de onların birer yönden açıklaması görmek gerekmektedir. Bundan dolayı, ilim ile ameli, hikmetin birer çeşidi gibi değil, birer parçası olarak kabul etmek gerekir. Yani hikmet denilen şey, ya gerçek bilgi, ya doğru hareket değil; doğru bilgi ile doğru hareketin bütünüdür. Bunların her birine tek başına hikmet denilmesi mecaz, ya da ıstılahtır. Bu açıklama ile amelin imandan bir cüz (parça) olmadığı halde, dinden cüz olmasının önemi de ortaya çıkar. Böylece akıldan sonra, anlamak ve düşünmek hikmetin şartı olduğundan pratik bilgiden önce nazarî bilginin dahi insan hikmetinin bir cüz'ü değilse bile bir başlangıcı olacağı ve bunun mutlaka pratik bilgiyi, onun da faydalı ve hayırlı olan ameli hedef tutması ve "Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56) âyetinde de işaret buyurulduğu gibi, bilgiden kulluğa geçilmesi gerektiği yolundaki ilâhî hikmetin gerçekleşmesinin önemi anlaşılır ki, İslâm fıkhının üslubu da zaten budur. Herhangi bir konuda nazarî bakımdan derinleşmek ve orada saplanıp kalıp amel ve faaliyet alanına geçememek hüsran demektir. Aslında nazarî anlamda hikmet, objektif ve sübjektif yönleriyle varlıktaki ilâhî kanunların akış şeklini gözlem konusu yapmak ve onlardan düşünüp bir sonuç çıkarmaktan meydana gelir. Kâinat bir hikmet kitabıdır. Kur'ân ise bu hikmetin ilâhî dille oluşumunu anlatır ve hatırlatır. Kâinat bir hâl, Kur'ân ise bu hâlin başı ve sonudur; akıl sahipleri şimdiki hâli görüp, öncesini ve sonrasını da akılla kavramaya çalışmalı ve böylece hikmete ermelidir. Şimdiki hâli görmemek veya onun içinde boğulup kalmak, ondan öncesine ve sonrasına intikal edememek veyahut edip de bir yerde yine takılıp kalmak, baştan sona kadar hikmet düzenini takip etmemek, ettikten sonra da onun icabına uygun olarak hareket etmeyip aksine davranmak, işte bunların hepsi hikmete aykırı düşen şeylerdir. Bu şekilde hikmetin başı ve başlangıcı varlıklara dikkatli bir gözle bakabilmek, tanıyabilmek, kavrayıp üzerinde düşünebilmek ve bir sonuca varabilmektir. Bu bakımdan hikmetin başlangıç noktası ilim, ortası din, ibadet ve tâat, sonu da ahiret mutluluğudur. Bunun içindir ki hikmet çok hayrı içine alır. Bu mânâları tesbit için de denilmiştir ki:

12- Hikmet, Allah'ın emirlerini düşünmek ve ona uymaktır. (İbn Kasım'dan Kuşeyrî).
13- Hikmet Allah'a tâat, fıkıh ise din ve ameldir (Kuşeyrî). Buraya kadar verdiğimiz bu onüç tarif, hikmetin mânâsını, efradını cami', ağyarını mânî bir şekilde anlamaya yeter. Fakat daha ziyade aydınlanabilmek için şunları da gözönünde bulundurmalıyız ki, her birinde başka bir fayda bulunmaktadır:
14- Hikmet bir nurdur ki, vesvese ile gerçek makâm arasındaki fark bununla kestirilir. (Ebu Osman).
15- Doğru ve hızlı karar verebilmektir. (Bündar İbni'l-Hüseyn).
16- Doğruya iletmektir. (Fadıl).
17- Ruhların sükûn ve güvenliğinin son durağıdır. (Kettanî).
18- Sebepsiz işarettir. Yani öncesinde herhangi bir illet ve sebebe bağlı olmadan, Hak Teâlâ'dan kayıtsız şartsız vârid olan, içinde şek ve şüphe, zaaf ve fesat ihtimali bulunmayan, niçin ve neden diye sormaya hacet bırakmayan işarettir.
19- Bütün hallere hakkı tanık tutmaktır.
20- Din ve dünya düzenidir.
21- Ledünnî ilimdir.
22- İlham vârid olması için sırrı saklamaktır.
23- Bunların hepsidir.

Görülüyor ki bunların bir kısmı hikmet, ilim ve ameldir derken, bir kısmı da meseleyi kalbe ve vicdana dayamışlardır. Gerçekten de ilim ve amel, akıl ve irade söz konusu edilirken, hakikatte ikisinin birleşme noktası olan vicdandaki duyguları hesaba katmamak doğru olmaz. Çünkü, "Bunu lüb sahibi (üstün anlayışlı) olanlardan başkası anlayamaz." âyetindeki "lüb" kavramıyla aklın bu özüne işaret edilmiştir. Bilincin bilinci demek olan vicdan, nefsin kendini kendinde olduğu gibi bulmasıdır ki; bunun aşamaları nefsin, zamanın akışı içinde kendi varlığını tanımasını sağlar. Her nefis, kendi vicdanına bir göz atışta, kendi varlığının ikilik içindeki birliğini görür ki; biri bulan nefis, öbürü bulunan nefistir. Bulan kim, bulunan kimdir? Burada hayret verici bir vahdet (birlik) sırrı kendini gösterir. Kalb denilen şey de işte nefsin bu birlik merkezidir. Yürek denilen cismanî kalb, bedendeki dolaşım sisteminin, sinirlerin ve adelelerin çeşitli dokularına sahip olduğu gibi; ruhanî kalb de böyle bir çalışma ve iletişim sisteminin merkezidir. Cismanî kalb nasıl periyodik hareketlerle sürekli olarak bir açılıp büzülme nöbetini tekrarlıyor ve cismanî hayat onun bu açılıp büzülmesi sayesinde sürüyor ve ona borçlu bulunuyorsa, ruhanî kalb de böyle bir manevî açılıp kapanmanın sürüp gitmesi içinde varlığını sürdürür. Manevî hayat bu bir anlık atışların merkezi olan vicdana borçlu olarak varlığını sürdürür. Her iki mânâsıyla hayatın kökü, kalbin temayüllerine ve atışlarına bağlı kalır. Cismanî kalbin açılıp büzülmesi, akciğerlerin havadan nefes alıp vermesinden görünüşte nasıl bir güç alıyorsa; iç dünyamızda ruhanî kalb de açılıp büzülmesinde "ruh-ı emrî" ile rahmâniyetin nefeslerinin yardımından feyz alır. Rahmânî nefeslerin çekilmesi bir büzülme, akışı ise bir genişleme ve ferahlama ifade eder. Buna ruh ilminde "kabz ve bast hali" adı verilir: "Allah kabzeder, bast eder." (Bakara, 2/245) âyeti buna işaret eder. İnkıbazın inbisata (büzülmenin genişlemeye) dönüştüğü vicdan ışıltıları ruhta bir haz ve ferahlık, inbisatın inkıbaza dönüştüğü vicdan anları da ruhta bir elem ve sıkıntı doğurur. İnkıbaz, ruhî kalbin kendine dönüşü, duyduğu acı da bu dönüş içinde yok oluştan azıcık tadışıdır. İnbisat ise kalbin, rahmânî nefeslere kavuşması, aldığı haz ve lezzet de bu kavuşma içinde varoluşu tadışıdır. İlâhî kabz, insan ruhuna bir önceki imdadı yutturup, asıl hasleti olan yokluğu tattırmak üzere, kalbi kendine döndüren bir terk ve yöneltmedir. İlâhî bast ise, bunun aksine kalbi kendinden alıp varlığı tattıran bir imdattır. Bunun içindir ki, insan kendi kendine terk edildiği zaman pek ziyade kabz hâline dönüşür ve acı duyar da kendisini her şey zanneden o azgın insan o anda Hak'dan azıcık bir imdat almak için kıvrandıkça kıvranır. Hasılı hayat gerek dışta, gerek içte Hak ile böyle sürekli bir alış veriş içindedir. İnkıbaz hâlinin sürüp gitmesi bir hastalık (melankoli) demek olduğu gibi inbisat hâlinin de sürüp gitmesi yine bir hastalıktır. İnkıbaz-ı küllî de, inbisat-ı küllî de ölüm demektir. Biri boğar, biri çatlatır. Sağlıklı hayat kalbdeki inkıbaz ve inbisatın nöbetleşe olarak sürüp gitmesinde; kâh elem, kâh haz şeklinde durmadan değişmesindedir. Geleceğe göre hikmet, ümitsizlik ile ümidin dengede durmasında, ümitle korku arasında (beyne'l-havfi ve'r-reca) kurulan uyumdadır ve bu uyumun sağlamlığındadır.

Hikmetin mastar mânâsı açıklanırken, isim anlamlarından birçoğu da bu arada dolayısıyla anlatılmış oldu ki, bunların bir kısmına özel olarak, bir kısmına da genel olarak hikmet adı verilir. Bundan dolayı sağlam bilgi, güzel huy, faydalı sanat, herkesin faydasına olan hizmet, sebep ve sebebiyet, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir şey, ibret ve ders almayı gerektiren herhangi bir söz ve nasihat, tuhaf bir şeyin sırrını anlamaya yönelik çaba, peygamberlik, sağlam gelenekler, Allah'ın değişmez kanunları, Peygamber'in sünnetleri, şeriat, din, kitap, Kur'ân, İncil. İşte bunların her biri hikmetin çeşitli mânâlarından birer tanesidir.

Mukatil'den rivayet olunuyor ki, "hikmet" Kur'ân'da dört türlü tefsir edilir:
1- Kur'ân'ın öğütleri mânâsına ki, Bakara Sûresi'nde, "Ve Allah'ın size indirdiği kitap ile size öğüt vermek için indirdiği hikmet..." (Bakara, 2/231) bu mânâyadır.

2- Anlamak ve bilmek anlamına hikmet ki, "Andolsun ki, Biz Lokman'a hikmet verdik." (Lokman, 31/12) âyetinde olduğu gibi.

3- Nübüvvet (peygamberlik) mânâsına hikmet ki, "Gerçek şu ki, Biz İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik." (Nisa, 4/54) ve "Ve Allah Davud'a hükümdarlık ve hikmet verdi." (Bakara, 2/251) âyetlerinde bu anlamadır.

4- İnce sırları ile Kur'ân demektir ki, "Rabbinin yoluna hikmetle davet et." (Nahl, 16/125) ve yine bu âyetteki "Her kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir." bu anlamdadır.

Fahruddin Razî de bu dört mânânın, iyice araştırılınca "ilim" mânâsına geldiğinin anlaşılacağını söylemiştir. İbnü Mes'ûd, Dahhâk ve daha başkalarından bu âyette hikmetten muradın Kur'ân olduğu rivayet edilmiştir. Ayrıca Abdullah İbnü Abbas'dan gelen bir rivayette, "Kur'ân'ın nâsih ve mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, mukaddem ve muahharını bilmektir." diye; İbrahim, Ebu'l-Âliye ve Katade'den, "Kur'ân anlayışı" diye; Hasen'den "Dinde takva = " diye; Rebî' b. Enes'den "haşyet" diye tefsir edildiği de nakledilmektedir. Bunlar da daha yukarıda kaydettiğimiz mânâlara eklenince toplamı yirmi dokuz çeşit tefsire ulaşır. Bunların bir kısmı masdar, bir kısmı hasılı masdar, bir kısmı da isim cinsinden kelimelerdir. Tariflerin bir kısmı ilme, bir kısmı amele, bir kısmı da her ikisine birden raci olduğundan buraya kadar yapılan açıklamalar da kısmen tarife, kısmen misale ait olmak üzere tariflerin toplamından üç farklı tefsir şekli çıkar:

1- Faydalı amele götüren bilgi,
2- Bilgiye dayalı olarak ortaya konan faydalı amel,
3- İlimde ve amelde ihkâm (sağlamlık).

Bir başka deyişle, sözde ve işte isabet veya ilim ve fıkıh mânâlarıdır. Bu mânâlar birbirlerinin yakını ve gerekçeleri durumundadırlar, hikmeti bunlardan birine mahsus kılmaya hiçbir ipucu yoktur. "Lâm"ın ahde hamledilmesi ile hikmetin, nübüvvet ve Kur'ân mânâları ihtimal dahilinde, ve , yani "dilediğine..." ve "çok hayır" gibi ifadeler buna bir ipucu gibi ise de âyetin gerek yukarısı ile bağlantısı, gerekse "bunu üstün akıllılardan başkası anlamaz" şeklindeki sonucu ve ayrıca bunun kesbî ilimlere de işarette bulunması, genel anlamda hikmet cinsinden olan herşeyi kapsamı içine aldığında şüphe ve tereddüde yer kalmaz. Tefsir ilminde otorite sayılan âlimlerin tercihleri, bu üç mânâdan mastar veya hasılı mastar olarak hiçbirine tahsis etmeden tefsir etmişlerdir. "Çok hayır" diye övgüye layık kılmaktan da anlaşılacağı gibi, yukarıda açıkladığımız şekilde çok hayır, ancak ilimle amelin birleşmesinden doğar. Kötülüğü önlemek, iyiliği elde etmek şeklindeki esas anlamının bilfiil gerçekleşmesi de buna bağlıdır. Her çeşit hikmet Allah'ın ihsanıdır, fakat "çok hayır" kâmil hikmettedir. Ekmel hikmet de "hayr-ı kül"dür.

http://www.kuranikerim.com/telmalili/bakara3.htm

3 Kasım 2005 Perşembe

Mevlâ Görelim Neyler, Neylerse Güzel Eyler

Tefvizname

Hak şerleri hayr eyler Ârif anı seyreyler Zan etme ki gayreyler Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Sen Hakk’a tevekkül kıl Sabreyle ve râzı ol Tevfiz it ve rahat bul Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Kalbin ana berk eyle Takdîrini derk eyle Tedbirini terk eyle Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Bil kâdı-i hâcâti Terk eyle mürâdâtı Kıl ana münacâtı Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Bir işi murâd itme Hak’dandır O red itme Oldıysa inâd itme Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Hakk’ın olıcak işler Ol hikmetini işler Boşdur gam u teşvişler Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Hep işleri fâyıkdır Neylerse muvâkıfdır Birbirine lâyıkdır Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Dilden gamı dûr eyle Tefviz-i umûr eyle Rabbinle huzûr eyle Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Sen adli zulüm sanma Sabr it sakın o sanma Teslim ol oda yanma Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Dime şu niçün şöyle Bak sonuna sabr eyle Yerincedir ol öyle Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Hiç kimseye hor bakma Sen nefsine yan çıkma İncitme gönül yıkma Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Mü’min işi reng olmaz Ârif dili teng olmaz Âkıl huyu cenk olmaz Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Hoş sabır cemilimdir Allah ki vekilimdir Takdîr kefîlimdir Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Her dilde ânın adı Her kuladır imdâdı Her cânda anın yâdı Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Nâçâr kalacak yerde Dermân ider ol derde Nâgah açar ol perde Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Her kuluna her anda Her anda o bir şânda Geh kahr u geh ihsânda Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Geh mu’ti vu geh mâni’ Geh hâfıd u geh rÂfi’ Geh dârr u gehi nâfi Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Geh abdin ider ârif Her kalbi O’dur sârif Geh eymün u geh hâif Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Geh kalbini boş eyler Geh aşkına düş eyler Geh halkını hoş eyler Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Az ye az uyu az iç Dil gülşenine gel güç Ten mezlebesinden geç Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Bu nâs ile yorulma Kalbinden ırağ olma Nefsinle dahi kalma Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Geçmişle geri kalma Hâl ile dahi olma Müstakbele hem dalma Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Hem dem âni zikreyle Hayrân-ı Hak ol söyle Zirekliği koy şöyle Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Gel hayrete dal bir yol Koy gafleti hâzır ol Kendin unut anı bul Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Her sözde bir nasihat var Her işde ganîmet var Her nesnede zinet var Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Hep rumuz ve işâretdir Hep ayn-ı inâyetdir Hep gâmız ve bişâretdir Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Bil elsine-i halkı Öğren ebed u hulki Eklâm-ı Hak ey Hakkı Mevlâ görelim neyler.Neylerse güzel eyler Vallah güzel etmiş Tallah güzel etmiş Billah güzel etmiş Allah görelim netmiş.Netmişse güzel etmiş.

Erzurumlu İbrahim Hakkı


18 Ekim 2005 Salı

Seytanla Ozgurluk Uzerine Bir Diyalog

Herseyin Hikayesini Merak Eden Adam: Bir Garip Diyalog
Umit Simsek, Morotesi Sitesi

Sonbaharın sonlarına doğru, serinliğin kendisini hissettirmeye başladığı günlerden birinde, insanlardan uzak, denize yakın bir yerde, pardesüsüne sarılmış bir halde bir bankın üzerine oturmuş ve önündeki sakin manzaraya dalıp gitmişti Cem. İş günlerinden biriydi. Genç iş adamı o gün biraz erkence çıkmış, böyle zamanlarda çoğunlukla yaptığı gibi, vapurdan indikten sonra evine dönerken yolu uzatmış, günün biriken kaygı ve sıkıntılarını boşaltmak için tabiatla beş on dakikalığına da olsa baş başa kalmak istemişti.

Bir martıyı takibe koyuldu. Belli bir amacı yok gibiydi martının. Hemen hemen hiç kanat çırpmadan süzülüyor, dönüyor, pike yapıyor, bir süre denize paralel şekilde ve durgun sudaki yansımasıyla yarış edercesine uçuyor, sonra yine yükseliyordu. Kanatları sabit bir şekilde dönerek yükseliyor, yükseldikçe çizdiği daireler genişliyor, belli bir yüksekliğe vardıktan sonra kendisini planör gibi hava üstünde kaymaya bırakıyordu. Bir bale gösterisini izlercesine martıyı seyretti Cem. Müzik olarak, sessizlik eşlik ediyordu gösteriye.

“Ne görüyorsun?”

Bir ses duyar gibi oldu, irkildi. Sağına soluna bakındı. Kimse yoktu. Tekrar gösteriye dönmek istedi. Martıyı göremedi. Ufka meyletmiş güneşin ışığı gözünü almıştı. Birkaç saniye sonra martı güneşin bulunduğu taraftan uzaklaşınca tekrar Cem’in görüş alanına girdi. Fakat seyir yine kesintiye uğradı.

“Ne görüyorsun?”

Yine kimseler yoktu etrafında. Fakat sesi duyduğundan emindi Cem. Saçlarının dibinden ayaklarının ucuna kadar dalga dalga yayılan bir ürperti hissetti.

“Korkman gereksiz,” dedi ses. “Basit bir soru sordum sadece.”

Genç adam yutkundu. Gelip geçenlerin bulunmadığından emin olmak için etrafı kolaçan etti. Kendi kendisine konuşan bir adam görüntüsü vermek istemiyordu. “Martı” diye fısıldadı.

“Onun yerinde olmak istiyorsun, değil mi?”

Az önce genç adamın aklından geçen, buna yakın birşeydi. Bu uçuşun martı açısından nasıl bir serüven teşkil ettiğini düşünmüştü. Fakat ses, konuyu başka bir tarafa çekti.

“Aslında onun gibi özgür olabilirsin.”

“Ben zaten özgürüm.”

Tiz perdeden bir kahkaha sesi yankılandı genç adamın kafatasında. O kadar. Başka bir cevap gelmedi. Artık birisiyle konuşmakta olduğundan şüphesi kalmamıştı genç adamın. Alaya alınmak ise canını sıkmıştı. Ayağa kalktı. Bir iki adım attıktan sonra hızla geriye döndü. Az önce oturduğu yere doğru seslendi:

“Ben özgürüm dedim. Hayatım boyunca kimsenin ne tutsağı oldum, ne kölesi!”

“Sen öyle zannet” cevabı, hemen yakınından geldi. “Bak şu kuşa. Karışanı, görüşeni var mı? Nasıl uçacağını kimseye soruyor mu? Yiyip içtiğine kimse sınır koyuyor mu?”

Martılar iki olmuştu. Bir süre, suya paralel şekilde beraberce uçtuktan sonra, ikisi de ayrı ayrı yönlere ayrılarak uzaklaştı. Genç adam hangisini seyretmeye devam edeceğini düşünürken, ses gittikçe fısıltıya dönüşerek, fısıltıya dönüştükçe de yaklaşarak ve beyninde yankılanarak devam ediyordu.

“Bir de kendi haline bak. İstediğini yiyemezsin. İstediğini içemezsin. İstediğin yere gidemezsin. İstediğin kimseyle istediğin herşeyi yapamazsın. Attığın her adım, aldığın her nefes gözetim altında. Sen buna mı özgürlük diyorsun?”

Bir an bocaladı genç adam. Fakat esrarengiz sesin neden söz ettiğini anlaması uzun sürmedi. Bunu anlayınca da sesin sahibini tanımıştı.“Sen,” dedi, “sen Şeytansın!”

“Evet,” dedi sesin sahibi. “Beni tanıdın.”

“Tanıştığımıza hiç memnun olmadım. Şimdi yolumdan çekil ve beni rahat bırak.”

“Acele etmemeni tavsiye ederim,” dedi Şeytan. “Bakarsın, sana iyiliğim dokunabilir.”

“Şuna iyilik değil de şeytanlık desene.”

“Nasıl dersen de. Ama seninle ömür boyu beraber olduğumuzu da unutma. Buradan kovsan başka yerde karşına çıkarım. Hiç ummadığın zamanda, hiç görmediğin taraftan senin yolunu keserim. Kendine en güvendiğin zamanda seni şaşırtırım. İyisi mi seninle açıktan açığa konuşalım. Hâlâ çekip gitmemi istiyor musun?”

Cem’in kafası iyice karışmıştı. Konuşanın Şeytan olduğu kesinleşmişti; ama son söyledikleri doğruya benziyordu. Acaba Şeytan ara sıra da olsa doğru söyler miydi?

“Hareketlerinde özgür olmadığını sen de biliyorsun. Her ânının gözetlendiğine inanıyorsun. Her hareketinin kaydedildiğini ve hepsinden hesaba çekileceğini düşünüyorsun. Kendi keyfince geçirebileceğin bir an bile yok hayatında.”

Genç adam, avazının çıktığı kadar “Defol!” diye bağırmaya hazırlanırken, birden bire, Şeytanın söylediklerinin kendisine pek de yabancı gelmediğini hatırladı. Benzer şeyleri başka yerlerde ve başka zamanlarda çeşitli defalar işitmişti; hattâ zaman zaman kendi içinde de böyle düşüncelerin doğduğu oluyordu.

“Bak,” dedi Şeytan. “Sen de aynı şeyleri düşünüyorsun, ama itiraf etmeye çekiniyorsun. Yoksa benimle tartışmaktan korkuyor musun? Herhalde, inandığın şeyler, küçük bir tartışmayı kaldıramayacak kadar çürük olmalı.”

İyice köşeye sıkıştırıldığını hissetti Cem. Çaresizlikle denize doğru bakındı. Martı suya doğru kurşun gibi daldı, daldığı gibi ağzında birşeylerle çıkıp uzaklaştı. Şeytanla tartışma. Neden olmasın? Eğer Şeytandan bütünüyle kurtulamayacaksa insan, görünen Şeytan görünmeyen Şeytandan iyidir. Hiç değilse karşı karşıya geçip kozlarımızı paylaşma imkânımız olur.

“Tamam,” dedi. “Tartışalım. Ama sen bana ne vaad ediyorsun?”“Özgürlük,” dedi Şeytan.

“Ben zaten özgürüm” dedi genç adam.

“Tutsak olduğunu sana benden başka söyleyen olmadı mı? Gerçek özgürlüğü ben sana tattıracağım.”

“Yani sana tutsak olmamı istiyorsun. Bu mu senin özgürlük dediğin?”Bu, Şeytan için beklenmedik bir cevap değildi. Fakat biraz erken gelmişti.

“Peki, benim dediğimi de yapma. Kendi kendinin efendisi ol. Keyfince yaşa, gönlünce takıl. İstediğini yap, dilediğin gibi bir hayat sür.”

“Nefsim nereye çekerse o yöne gideyim demek istiyorsun.”“Bu kadar basit işte.”

“Nefsim beni her türlü kötülüğe çağırsa da mı?”

Cem sözlerine bir cevap alamadı. O yine devam etti:“Buna da kendi kendinin efendisi olmak değil, olsa olsa nefsine tutsak olmak derler. Senin bana özgürlük adı altında yutturmak istediğin şey, iki kölelikten başka birşey değil. Eğer kölelik vazgeçilmez bir tercih ise, ki senin bana sunduğun şıklardan böyle olduğu anlaşılıyor, kime köle olmak daha uygun düşer: Allah’a mı, sana mı, nefsimize mi? Haydi, sen cevap ver.”

“Tamam, tamam,” dedi Şeytan aceleyle. “Senin kölelikten kurtulmaya niyetin yok, anlaşılan. Bari bütün bütün köle olma. Bir orta yol bul kendine.”

“Nasıl olacak o?”

“Eğer görünmeyen bir varlığa saygı göstereceksen göster; ama niçin onu hayatının her ânına karıştırıyorsun? Sen de herkes gibi olsana.”“Eğer O hayatımın her ânına karışmayacaksa, Ona kulluk etmenin ne yararı olabilir? Hayatımın bütünüyle Onun gözetimi altında olmasını ben senin gibi tutsaklık saymıyorum; tersine, bir özgürlük ve mutluluk biliyorum. Benim kalbimden geçenleri bilemeyecek birisinin önünde ben niye eğileyim? Bana bir nefes bağışlayamayana, hastalandığımda bana şifa veremeyene, bir haksızlığa uğradığımda beni dinlemeyene, şükrettiğimde benim ağzımdan çıkanı işitmeyene, ayağıma batan bir dikenden haberi olmayana ben niçin yalvarayım?”

“Bir de Allah için herşeyden yüce, herşeyden büyük dersiniz!” Şeytan, bir fırsat yakalamışçasına araya girdi. “O kadar yüce bir varlığın işi gücü yok da senin ayağına batan dikenle mi uğraşacak? Bir düşünsene, yeri ve gökleri idare eden birisinin huzuruna çıkıp, ‘Benim ayağım kanadı, acısını dindir’ diye yalvarıyorsun. Bir çocuğun kayıp misketi için ülkenin hükümdarına başvurması gibi birşey!”

“Aslını istersen, ondan daha da ötede. Çünkü Allah bütün hükümdarlardan daha büyük; ben ise Allah karşısında o çocuktan daha da küçüğüm.”

“Hah, şöyle,” dedi Şeytan. “Akıllı birine benziyorsun. Seninle anlaşacağımızı biliyordum.”

“Acele etme,” dedi, kıs kıs güldü Cem. “Ne demişler, acele işe şeytan karışır. Allah’ın küçük işlerle uğraşmaması gerektiğini söylüyorsun, öyle değil mi?”

“Öyle.”

“Peki, sence ne kadar büyük işlerle uğraşmalı? Diken ayağıma batacağı yerde gözümü çıkarsa, Onun huzuruna çıkmak için bir mazeret yakalamış olur muyum?”

Cevap vermedi Şeytan. Sözün nereye varacağını anlamış, yahut anlamaya çalışıyordu. Cem devam etti:

“Gözümün çıkması, benim için hiç kuşkusuz, ayağımın kanamasından büyük bir olay. Ama Allah için öyle mi? Hayır. Bütün insanların bütün istekleri bir araya gelse, Allah için büyük birşey olur mu? Yine hayır.” Deniz ufkunu işaret etti Cem. Güneş, uzaktaki dağların üzerine iyice yaklaşmıştı. “Şu dağlara büyük desen, Dünyanın büyüklüğü yanında hiç kalır. Dünyaya büyük desen, güneşin tek bir alevi onun binlercesini birden yutar. Güneşe büyük desen, sadece Samanyolunda onun gibi yüz milyarlarcası var. Samanyoluna büyük desen, evrende onun gibi yüz milyarlarcası var. Dünya üzerinde nefes alıp veren insanlardan herbirine bir düzine yıldız versen Samanyolunu, bir o kadar galaksi versen evreni tüketmiş olmazsın. Şimdi bir daha söyle bakalım Şeytan, bu âlemde küçük neye denir, büyük neye denir?”

15 Ekim 2005 Cumartesi

‘Manevî Beslenme’ Yolları

Ömer Baldık
Zafer Dergisi
Temmuz 2005


Manevî hayat akan bir su gibidir. Akan su ise hayattır. Dağların ve ormanların içinden doğan su, tazelik ve sağlık getirir; çünkü akmaktadır. Bunun tam aksine, bataklık durgundur ve hastalık üretir; üstelik kendisine akan suyu tutar ve onu da bozar. Öyleyse, tutup biriktirmeye çalışan biri olmak yerine, kendi dışına akmaya ve vermeye çalışan biri olmak gerekir. Eğer içimizdeki iyilik potansiyelini saklı tutar ve onun dışarıya akmasına izin vermezsek, manevî dünyamız çürümeye yüz tutar, duygularımız cılızlaşır. İşte bu nedenle iyi yanlarımıza çektiğimiz setleri paramparça etmeli ve güzel niyetlerimizin bir nehir gibi akmasına izin vermeliyiz. Çünkü, tazelik ve hayat akmaktadır.

Evet, günümüzün artan tüketiciliği, materyalist ve dünyevî atmosferi, bu akışın önünde set olmaya çalışıyor. Ama her set, önündeki suyu bir süre tutabilirse de, ilânihaye tutmaya muktedir değildir. Su, ya seti aşar ya da deler geçer. İşte, insanın manevî dünyası da böyledir. İçindeki iyilik potansiyelini dışarıya akıtmak isteyen bir manevî gücün karşısında hiçbir set duramaz ve tutunamaz. Buna insanı ‘dünya’ya çağıran ve onda boğmak isteyen her türlü set dahildir.

Ancak bunun için gündelik hayat içinde insanın manevî beslenme yollarının farkında olması ve bunları elden geldiğince yerine getirmesi gerekmektedir. Bunlar bir dizi meleke hâline getirilmiş düşünce, tutum ve tavır ile alışkanlık hâline getirilmiş davranışı içerir.


Size yapılan iyiliklerin farkına varın: İnsan unutkandır. Her an hayatımıza akıp durmakta olan iyilik ve lütufları unuturuz. Şefkatli Yaratıcımızın sonsuz iyiliklerini, başka insanların bizim için yaptığı iyilik ve yardımları unuturuz. Bu dalgınlığı aşmanın yollarından biri, son bir haftada ya da bir günde bize yapılan iyilikleri not etmek olabilir. Meselâ, bir gün aile üyelerinizin size yaptığı iyilikleri not edebilirsiniz. Başka bir gün, komşularınızın yaptığı iyilik ve yardımları; başka bir gün arkadaşlarınızın; başka bir gün ise bir düşmanınızın iyilik ve yardımlarını liste hâlinde yazabilirsiniz. Böylece bazı zamanlarda nefsinizin görmek istediğinin aksine, ne de çok iyilik ve lûtfa mazhar olduğunuzu görebilirsiniz.

Sözlerinizde insanların iyiliğini isteyen dualara yer verin: Dilinizi “Allah yardımcın olsun”, “Allah kalbini, seni ve tanıdıklarını huzurlu kılsın”, “Allah sana ve ailene merhamet etsin”, “Allah çocuğunuzu kendi istediğiniz şekilde yetiştirmenizi nasip etsin”, “Yeni işiniz hayırlı olsun” gibi dua sözlerine alıştırın ve bunları arkadaşlarınız, dostlarınız ve tanıdıklarınız için söyleyin. Sizi ve çevrenizdeki insanları manevî olarak yükseltecek, cesaretlendirecek ve olumlu bir bakış açısına yöneltecek duaları taze ve yeni sözlerle gönülden dillendirin. Dilinizi duaya alıştırmanız, ruhunuzun kuvvet ve enerjiyle dolmasını sağlar.

Toplu ibadetlere iştirak ederek ruhunuzu besleyin: Manevî yönünüzü güçlü kılmak için dua ve ibadet için harcadığınız zamanı artırmalısınız. Dua, namaz, tefekkür gibi ibadetleri mümkün olduğunca topluluk halinde yapmak, topluluğun ortak hareketinden doğan sinerjiden istifade etmenizi sağlar. Bu sinerji, Allah’ın cemaatle namaz emrini yerine getiren kulları için onlara lütfettiği bir ikramdır.

Allah’a tevekkül edin: Manevî gelişme ya da yükselme, zaman içinde inançta ve imanda belirli sıçramalar yaşamak anlamına gelir. Bu sıçramaları belli ölçüde başarmış bir kişinin, elde ettiği başarıları sadece kendi şahsî gayretine ve ilmine bağlaması düşünülemez. Öyleyse iman etmenin ve manevî yükselmenin göstergelerinden biri de, ortaya konan gayretten sonra sonucu Allah’ın yarattığını teslim etmek ve hırçın bir şekilde sebeplere saldırmamaktır. Manevî yükselme yaşamış bir kişi, elinden gelen her şeyi yapar ama bütün bunları yaparken Allah’a ve kadere imanı onu huzurlu ve sakin hareket etmeye yönlendirir. O Allah’a güvenir, başarı için ihtiyaç duyduğu sebeplerin etrafında toplanmasına Allah’ın yardım edeceğini bilir.
Minnettar bir insan olun: Her yeni günü Allah’ın bize gönderdiği bir hediye olarak görmeli ve güne O’na olan minnettarlığımızı ifade eden bir duayla başlamalıyız. O günün bize birtakım sıkıntılar getireceğini düşünüyorsak bile, güne bir şükür duasıyla başlamayı ihmal etmemeliyiz. Yine, gün içinde ne kadar zorlu olaylarla karşılaşırsak karşılaşalım, akşamın ilerleyen saatlerinde bir şükür ve hamd duası yapmalıyız.

Dostlarınızın manevî yolculuklarını paylaşın: Manevî olarak yükselmek ve gelişmek isteyen birisini bulduğunuz zaman onunla dostluk edin. Belli aralıklarla dinî ve manevî konuları müzakere etmek üzere bir araya gelin. Göreceksiniz ki, bu düzenli görüşmeler manevî yükselmeniz için güzel basamaklar olacaktır.

Hizmet edin: İçinde yaşadığınız topluma hizmet etmenin yollarını araştırın. Bunlar, özellikle karşılığında bir ödül almayacağınız hizmetler olsun. Sokakta gördüğünüz bir çöpü yerden almak, yaşlı birisini karşıdan karşıya geçirmek, otobüste ihtiyacı olan birine yer vermek ya da bir yayayı gideceği yere kadar arabanızla götürmek; veya geçiminizi temin ettiğiniz işte çok küçük bir yüzdeyi parasız yapmak gibi. Hem bu, emeğiniz karşılığında aldığınız ücretin de temiz olmasını sağlar.
Biraz yalnız kalın: Bir filozofa göre yalnızlık bizi kendimize karşı daha dayanıklı; başkalarına karşı da daha müşfik yapar. Her iki açıdan da karakterimizi geliştirir. Belli aralıklarla kalabalıktan ve hayatın gürültüsünden uzaklaşmak ruhumuza iyi gelir. Gün içinde birkaç dakika sadece kendimiz ve Allah ile beraber olmaya çalışmalıyız. Sessizlik zihnimizi hayatın getirdiği problemlerden uzaklaştırır ve Allah’ın yardımıyla sessizlikte düşüncelerimiz sıhhat bulur.

Namaz kılın ve oruç tutun: Namaz kılmak Allah ile olan bağımızı diri tutar, dinî duyarlılığımızı kalıcılaştırır. Oruç tutmak ise bir yandan her arzunun peşinden koşmak isteyen nefsimizi terbiye etmeyi, diğer yandan yoksul kişilerin hallerine yakınlaşmayı, onlara karşı empatik olabilmeyi mümkün kılar. Dolayısıyla özellikle Ramazan ayının çok verimli bir şekilde geçirilmesi manevî hayatımızı kuvvetlendirmek için kritik bir öneme sahiptir. Kuşkusuz oruç Ramazan ayı dışında da tutulabilir. Özellikle günümüz gündelik hayatının olumsuz görüntülerine maruz kalan genç bekarların, oruçtan elde edecekleri istifade muazzamdır. Gözlerini haramdan koruyabilecekleri için akıl ve ruhlarını dengede tutabilirler.

Üzüntünüzü ve sıkıntınızı Allah’a havale edin: Canınız bir şeye sıkıldığında ya da gündelik işlerinizde bir engellemeyle karşılaştığınızda gönlünüzün rahatlaması ve önünüzün açılması için Allah’a dua edin. O size bir kapı kapalı olsa bile, başka bir kapıyı açacaktır. Öyleyse büyük küçük demeden her sıkıntı ve üzüntünüzü Allah’a havale edin ve O’ndan yardım isteyin.

Etrafınıza sevgi yayın: Nereye giderseniz oraya sevginizi ve müspet bakışınızı da götürün. En önce kendi evinize… Gülen yüzünüz, nezaketiniz, gülümsemeniz ve sıcak selâmınızla insanları mutlu etmeye çalışın. Size gelen kişilerin yanınızdan ayrılırken kendilerini daha mutlu hissetmelerine vesile olun.
Kur’an-ı Kerim, tefsir ve hadis kitapları okuyup tefekkürünüzü genişletin: Kutsal kitabımız “yaş ve kuru her ne varsa içinde yer aldığı” bir kitaptır. Bize yol gösteren, bizi bilgilendiren, bize kim olduğumuzu bildiren, bizi uyaran boyutlarıyla ruhumuzu çepeçevre kuşatır. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’i ve onu şerh etmek için yazılmış tefsirleri okumaya ve anlamaya zaman ayırmalı, bunu düzenli bir iş hâline getirmelisiniz. Ardından okuduklarınızı tefekkür etmelisiniz. Bu tefekkür sayesinde kalbiniz inşirah bulacak ve maddeten de vücudunuzu zinde hissedeceksiniz.

Bugünü size bol lütuflu kılması için Allah’a dua edin: Olgun ve kâmil bir mümin olabilmek ve bu yolculuğa heyecanla devam edebilmek için, Allah’ın size bunları lütfetmesi arzusunu dualarınıza taşıyın. Bunu günlük faaliyetinize henüz başlamamışken, sabahın ilk saatlerinde yapın. Bu maksatla kısa bir dua yapmayı alışkanlık hâline getirebilirsiniz: “Allahım, bugünü Senin lütfuna eriştiğim bir gün kıl.” Sonra gün içinde gözlerinizi ve kulaklarınızı dört açın. Karşılaştığınız sıradan biri, yaşadığınız basit bir olay, belki de sizin o gün elde edeceğiniz kazanımı içinde barındırıyor olabilir. Allah size olan lütfunu böyle küçük sürpriz ve ayrıntılarla gönderebilir.

Zamanınızın bir kısmını doğal ortamlarda geçirin: Dinin tabiatını hakkıyla bilenler, tabiatın dini anlamak için ne kadar önemli olduğunu bilirler. O yüzden zamanınız elverdiğince tabiatta vakit geçirmeye çalışın. Tabiattaki her şey; Allah’ın azametinin ve hüsnünün izlerini taşır. Ağaçlar, Allah’ın kudretini ve şefkatini anlatır. Gökyüzü, Allah’ın mühendisleri kıskandıracak işçiliğinden haber verir. Geceleri gökyüzünde ayın ve yıldızların saçtığı ışık, Allah’ın dünya evini karanlıkta bırakmadığını anlatır.

Tercih hakkınızı kullanın: Ne tür bir ortamda bulunuyor olursanız olun her zaman bir tercih hakkınız vardır. Hayal kırıklığı ve üzüntü yerine, neşe ve dinamizmi seçin. Nefret yerine, sevgiyi seçin. İntikam yerine, affetmeyi seçin. Olduğunuz yerde durmak yerine, gelişmeyi seçin. Unutmayın ki karşılaştığınız her olaya olabilecek en iyi seçenekle de karşılık verebilirsiniz, en kötü seçenekle de. Tercih sizin.

http://www.zaferdergisi.com/article/?makale=1393

10 Ekim 2005 Pazartesi

Hak Bir Gönül Verdi Bana


Hak bir gönül verdi bana
Ha demeden hayrân olur
Bir dem gelir şâdân olur
Bir dem gelir giryân olur


Bir dem sanasın kış gibi
Şol zemheri olmuş gibi
Bir dem beşâretden doğar
Hoş bağ ile bostân olur


Bir dem gelir söyleyemez
Bir sözü şerh eyleyemez
Bir dem dilinden dür döker
Dertlilere dermân olur


Bir dem çıkar arş üzere
Bir dem iner taht-es-serâ
Bir dem sanasın katredir
Bir dem taşar ummân olur


Bir dem cehâletde kalır
Hiç nesneyi bilmez olur
Bir dem dalar hikmetlere
Câlînus u Lokmân olur


Bir dem dev olur yâ peri
Vîrâneler olur yeri
Bir dem uçar Belkîs ile
Sultân-ı ins ü cân olur


Bir dem varır mescidlere
Yüz sürer anda yerlere
Bir dem varır deyre girer
İncil okur ruhbân olur


Bir dem gelir Îsâ gibi
Ölmüşleri diri kılar
Bir dem girer kibr evine
Fir'avn ile Hâmân olur


Bir dem döner Cebrâil'e
Rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelir gümrâh olur
Miskin Yunus hayrân olur


Yunus Emre

1 Ekim 2005 Cumartesi

Oruc Uzerine Bazi Hadisler

ORUCUN VE RAMAZAN AYININ FAZILETI
Kutub-i Sitte


3082 - Hz. Ebu Hureyre (radiyallahu anh) anlatiyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Ademoglunun her ameli katlanir. (Zira Cenab-i Hakk'in bu husustaki sunneti sudur:) Hayir ameller en az on misliyle yazilir, bu yediyuz misline kadar cikar. Allah Teala Hazretleri (bir hadis-i kudside) soyle buyurmustur: "Oruc bu kaideden harictir. Cunku o sirf benim icindir, ben de onu (diledigim gibi) mukafaatlandiracagim. Kulum benim icin sehvetini, yiyecegini terketti." "Oruclu icin iki sevinc vardir: Biri, orucu actigi zamanki sevincidir; digeri de Rabbine kavustugu zamanki sevincidir. Oruclunun agzindan cikan koku (haluf), Allah indinde misk kokusundan daha hostur.''


3083 - Bir rivayette de soyle buyrulmustur: "Oruc perdedir. Biriniz birgun oruc tutacak olursa kotu soz sarfetmesin, bagirip cagirmasin. Birisi kendisine yakisiksiz laf edecek veya kavga edecek olursa "ben orucluyum!'' desin (ve ona bulasmasin).'' Buhari, Savm 2, 9, Libas 78; Muslim,Siyam 164 (1151); Muvatta, Siyam 58, (1, 310); Ebu Davud, Savm 25 (2363); Tirmizi, Savm 55, (764); Nesai, Siyam 41, (2, 160-161); Ibnu Mace, Siyam 1, (1638), Edeb 58, (3823).


3084 - Yine Ebu Hureyie (radiyallahu anh) anlatiyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Kim Allah Teala yolunda bir gun oruc tutsa, Allah onunla ates arasina, genisligi sema ile arz arasini tutan bir hendek kilar.'' Tirmizi, Cihad 3, (1624).


3085 - Ebu Umame (radiyallahu anh) anlatiyor: "Ey Allah'in Resulu dedim, bana oyle bir amel emret ki (yaptigim takdirde) Allah beni mukafaatlandirsin.'' "Sana dedi, orucu tavsiye ederim, zira onun bir esi yoktur.'' Nesai, Siyam 43, (4, 165).


3086 - Sehl Ibnu Sa'd (radiyallahu anh) anlatiyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Cennette Reyyan denilen bir kapi vardir. Oradan sadece oruclular girer. Oruclular girdiler mi artik kapanir, kimse oradan giremez." Buhari, Savm 4, Bed'u'l- Halk 9; Muslim, Siyam 166, (1152); Nesai, Siyam 43, (4, 168); Tirmizi, Savm 55, (765). Tirmizi'nin rivayetinde su ziyade var: "Oraya kim girerse ebediyyen susamaz.''


3087 - Hz. Ebu Hureyre (radiyallahu anh) anlatiyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Kim bir orucluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabi kadar sevap yazilir. Ustelik bu sebeple oruclunun seyabindan hicbir eksilme olmaz.'' Tirmizi, Savm 82, (807); Ibnu Mace, Siyam 45, (1746).


3088 - Yine Hz. Ebu Hureyre (radiyallahu anh) anlatiyor: "ResuluIIah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Ramazan ayi girdigi zaman cennetin kapilari acilir, cehennemin kapilari kapanir ve seytanlar da zincire vurulur." Buhari, Savm 5, Bed'u'I-Halk 11, Muslim, Siyam 2, (1079); Nesai, Siyam 5, (4, 129).


3089 - Nesai 'nin bir rivayetinde soyle gelmistir: "Bir munadi, her gece soyle nida edip bagirir: "Ey hayir isteyen, gel! Ey ser isteyen kendini serden tut!'' Nesai, Savm 5, (4, 130).


3090 - Hz. Enes (radiyallahu anh) anlatiyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam): "Ramazandan sonra hangi oruc efdaldir?'' diye sorulmustu, su cevabi verdi: "Ramazani ta'zim icin Sa'ban!" Tekrar soruldu: "Hangi sadaka efdaIdir?'' "Ramazanda verilen!'' cevabini verdi.'' Tirmizi, Zekat 28, (663).


30 Eylül 2005 Cuma

Eski Zamanlarda Ramazan Hazırlığı

Refik Halit KARAY
Kuba Camii Sitesi

Benim çocukluğumun ramazanları karakışa rastlamıştı.

Onun içindir ki, kulağımda kalan ilk davul sesi oldukça kof ve hayli neşesizdir. Zira deri, rutubetten porsumuş bulunurdu; ayrıca kapalı camlar ve kafesler ardından ses, içeriye boğuklaşarak girerdi.

Fakat annemin kış ramazanını yazınkilere tercih ettiğini iyice hatırlıyorum. Kışın günler kısadır; insan, bir de bakar, top vakti yaklaşıvermiş. Halbuki yazın, hararetten bunalmanızı, dudaklarmızın susuzluktan böcek kabuğu gibi kaskatı kesilmesini bir tarafa bırakınız, bir türlü akşam olmak bilmez ki... Allah iş, güç sahibi olanların yardımcısı olsun!

Yaz ramazanını sevenler de şöyle derlerdi: Gündüzün zahmet çekilir amma kırda, bahçelerde kurulan sofralarda oruç açmak pek hoştur. İftar masası da çeşit çeşit salatalarla, cacık ve domatesle, şeftaliler, karpuzlar, kavunlarla daha renkli, daha iştah çekici ve keyifli olur!

Kısmetimde iki mevsim ramazanı da görmek varmış; hatta, işte tekrar kışınkine de giriyorum. Lakin ikimiz de -ramazan ve ben- ne kadar değiştik... O ramazanlar beni tanıyamazlar; kendileri ise benden daha tanılmaz halde!

Berat kandili geçince evde ramazan hazırlığına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştan başa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları. İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.
Asıl ehemmiyet verilen yer, mutfak ve kilerdi. "On iki ayın sultanı" unvanıyla anılan ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mide ile alakadardı; bu ayda, israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer, İstanbul, en nefîs yemeklerin her "merhaba" diyene sunulduğu muazzam bir imarethaneye dönerdi.

Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu ki... Gözüne kestirdiğine girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi ve işinizi sormazdı. Sadece, kapıda duran ağa, kılığınıza, kıyafetinize bakarak, size yer gösterirdi: Ya büyük sofrada, ya orta sofrada, yahut da alt katta, kahve ocağı sofrasında...

Otur masanın bir kenarına; istersen ne konuş, ne dinle; yaranmaya çalışma; sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur; kahveni iç; usulcacık sıvış, git... Kimse farkında olmaz, onlar dahi işi acayip bulmazdı. Otuz gün ramazanı böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle lord gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı!
Şurasını da unutmamalı: Bugün, şayet iyi bir lokantada aynı yemeği, aynı bollukla yemek icap etse -hususiyle o yemeklerin bulunması kabil olsa- her öğünde altı lira ile on lira arasında bir masraf ihtiyar etmeniz lazım gelir!
Bizim iftarımız da herkese açıktı.

Ramazandan bir, iki hafta evvel, babam, bir sabah "evradını okuduktan ve namazını kılıp zikrini bitirdikten, "Sabah şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler defola!" diye duasını da tamamladıkta sonra -başında keten takke, sırtında nafe kürk, burnunda altın gözlük- köşesine hususî bir ehemmiyetle oturur, evin erkanını nezdine çağırırdı. Önünde hokka, kalem ve elinde bir defter hazır... İçtimadan maksat, ramazan erzakını tespit etmek, yani listesini yapıp asmaaltı tüccarlarından Yağcı İbrahim Beye göndermek... Sorardı:

- Rugan-i sade, kaç teneke?
Bu, malum olduğu üzere, sadeyağ, yemeklik yağ manasınadır. Altı teneke mi, sekiz teneke mi, ne kadarsa söylerler, babam bunu yazar, yeni bir suale geçerdi:

- Un ne kadar olmalı?
Ölçü ve miktar taayyün edince kamış kalem yeniden cızırdardı; lakin kağıda "un" yazmak usulden değildi; "dakîk" demek icap ederdi. O devirde böreklik un Odesa'dan, kuvvetli yemeklik yağ da Sibirya'dan gelirdi, adına Petrovki derlerdi, Sibir yağının alası!

Ben de söze karışırdım: Mutfak erzakı arasında, "elmasiye" yapılmasına yarayan elvan "jelatin" yapraklar unutulmaması için! Usta aşçılar bunu bir masal köşkü gibi renk renk kurarlardı; sütlüsünü, çikolatalısını, portakal ve mandalinlisini kata kat dondurarak ve üst kubbelerini yakut kırmızısına boyayarak... Tabakta tir tir titrerdi ve kaşık sokulunca her tarafından şahrem şahrem ayrılır, yumuşacık çökerdi. Herkes "Aman, yenilir şey midir o? İnsanın dudakları birbirine yapışıyor?" derdi; evet amma, ben tadına değil, manzarasına, hayalimi okşayıp peri saraylarını, Hint, Çin ve Japon mabetlerini düşündürmesine bayılırdım; minimini bir şövalye kıyafetinde, belimde meç, başımda tüylü şapka, kadife elbisemle burç ve barularında dolaşamadığıma üzülür bu şekerden, şuruptan yapılmış şatonun sarışın sahibesiyle muaşakalar tasavvur ederdim!

İyi evler mahalle bakkallarından alış veriş etmeyi haysiyete muvafık bulmazlardı. Zaten eski zamanda her semtte bakkaliye mağa­zaları yoktu; mahalle bakkalları ise her şeyin adisini, ucuzunu, bayat, bozuk, mahlut, böcekli ve sineklisini satarlardı. Halleri, vakitleri yerinde olanlar erzakı, karabiberinden pirinç ununa, havyarından maltız sardalyasına, pastırmasından kuru cevizine kadar, mevsimlere göre, hep birinden, üçer aylık, Asmaaltı'ndan alırlar, yük arabalarıyla getirtip kilerlerine doldururlardı. Kaşar peyniri kelleleri, bozulmasın diye, pirinç ambarlarında hıfzolunurdu; sabunlar evde kesilir, kurutulurdu. O zamanlarda şekerler kelle, daha doğrusu mahrutî şekilde satıldığından yine boy boy, evlerde kırılır, öyle saklanırdı.
Evlerde tel ile sabun kesilişi ve çekiçle şeker kırılışı eğlenceli olduğundan bugünleri kaçırmaz, genç hizmetçilerin saçlarına biriken sabun zerrelerini ve yüzlerine toplanan şeker tozlarını seyretmekten, bilhassa Giridîzade sabununun kokusundan çok hoşlanırdım.

Kahveyi tane halinde selamlığa verirlerdi; onu uşaklar, alevli ateşte ve kalın saçtan yapılmış döner tavada kavururlar ve sapının üzerine tespit edilen kocaman değirmende okkalarcasını çekerlerdi.

Mahlut olmasından korkulduğu cihetle toz kahve alan yok gibiydi; kahveler, benim çocukluğumda, her tarafından dikili, ufacık kazevilerde satılırdı; Mısır pirinçleri de büyüklerinde... Tuz da evlerde dövülür, ince ve beyaz sofra tuzları yalnız Beyoğlu bakkallarında bulunurdu. Bunun içindir ki, bazı konaklarda çifte taşlı ve ortası oluklu tuz değirmenlerine de rast gelmek mümkündü.
İşte, büyük konaklarda şaban ayının son haftaları, bütün bu hazırlıkların ikmali için telaşla, alış verişle geçerdi.

Üç tarafı ambarlı büyük kilerin tavanına kancalı büyük çiviler kakılmıştı; bu çivilerden de uçları kancalı demirler sarkardı: Hem hava alması, hem de fare dokunmaması icap eden öteberiyi asmak için... Bu kilere pek girmezdim; benim zevkimi okşayan orta kattaki ince kilerdi. Raflarına reçel kavanozlarının dizildiği, çömleklerin boy boy sıralandığı bu ferah, havadar yerde henüz teneke dediğimiz ve bugün en fazla kullandığımız madenî kaba yer verilmemişti. Nevale, ya toprak, ya cam, yahut fıçı ve kutu gibi tahta kaplarda saklanırdı. Meraklıları, taze yaprak örtülü teneke kutuda satın aldıkları havyarı da hemen çömleğe naklederlerdi. Haklı idiler; zira teneke her şeye, hatta kuru olanlara bile o acayip, çeşnisini, kokusunu sindiren bir madendir. Tenekecilerin kızgın havyarı nişadıra sürtüştürdükleri zaman duyduğumuz hem buruşturucu, hem tuzlu kokunun bir derece hafiflemişi, fakat daha yavanlaşmışı...

Ramazandan evvel listesi yapılan bir de reçel ve şurup çeşidi vardı. Yazın, ev hanımlarının itina ile kaynattıkları reçellerle şurupların kıymet bilip bilmedikleri malum olmayan kimselere -harran gürra- yedirilip içirilmesine kıyılamadığından, yine en meşhur dükkandan alınmak şartıyla, bunlar hariçten tedarik olunurdu.
Ben, yeşilimtrak kabuğu içinden yine yeşilce eti ve beyazımsı çekirdeği sezilen hünnap reçelini tercih ederdim; frenk üzümü ile çilek de hoşuma giderdi. Ayrıca Bursa'dan salep reçeli de getirttirirdik. Evet... salebin de, dörder köşe kesilmiş tanelerden reçeli yapılırdı amma nasıl? Ve şimdi, hala var mıdır, bilmiyorum. Tuhafıma giden reçellerden biri de zencefil reçeliydi. Galiba, artık onu da bulmak zor... Hoş, pek özge bir şey değildi.

Bizim evde şurup sevilmezdi; kuvveti, güç olmakla beraber, şerbete, yani kaynamamış meyva suyuna ve şekerine nane sürtüştürülmüş limonataya verirdik. Turşulardan da makbul tutulanı dolmalık kırmızı biberdi; amma içi rendelenmiş lahana ve kerevizle doldurulmuş olanı... Kızıl derisine bıçağı vurdunuz mu tabağınızda bir bahçe açılırdı. O, daima hazır duran nefîs bir salata hazinesiydi!
Görüyorsunuz ki, bahis gittikçe yemeğe dökülüyor. Şayet ramazan yemeklerini saymaya, hatırlatmaya ve bilmeyenlere tarife kalkışsam dört sayfalık harp devri gazetesinin yarısını bu işe hasretmekliğim lazım gelir. Hatta, mübalağa olmasın amma, yalnız pastırmalı yumurtanın nasıl hazırlandığına ve piştikten sonra tepsisinin mükellef tasvirine koca bir sütun ayırabilirim. Ah, bizdeki yemek kitapları! Her muharririn, roman gibi, içtimaî tetkik veya felsefi etüt gibi bir gayesi vardır; can atıp da bir türlü başaramadığı sevgili gayesi... Benimki de -söylemesi belki ayıp- bir yemek kitabıdır.

Bir yemek kitabı ki, asırlarca sofralarımızda saltanat sürmüş ve izi hayatın dört tadından en mühimine kandırmış olan haşmetli yemeklerimizin bir "Şehname"sini teşkil etsin!


(Üç Nesil Üç Hayat, s. 129-131)
http://www.kubacami.org/konular/kitaplar/ramazan/ramazan_hazirligi.htm
Related Posts with Thumbnails

En çok ilgi görenler

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı